Friday, July 5, 2013

Zorunlu olmasa kim gider askere?

JİNDA ZEKİOĞLU
ANF / 23.Haziran.2013

"Hepimiz askeri marşlarla, cafcaflı bayram kutlamalarıyla büyüdük. Kendi tarihimizi, fetihçi, asker bir millet olduğumuzu ve bunun erdemlerini vaazeden, resmi tarihin ağzından öğrendik."

Türkiye’nin ilk vicdani retçisi Tayfun Gönül, 1990’lı yıllarda askere gitmemekten, antimilitarizmden söz ettiklerinde nasıl Marslı muamelesi gördüklerini "Gezegen yok olmak üzere, hâlâ ordusuz bir dünya düşünemiyoruz!" sözleriyle anlatıyordu dünyaya gözlerini yummadan evvel...

"Volkan'ı bugün mezardan kaldırıp sorsak 'Bir daha askere gider misin?' diye, 'Kesinlikle hayır. Sülalemi de göndermem' der."

Oğlu Volkan Kamalak’ın ölüm haberi, Ağrı Eleşkirt’te yaptığı askerliğinin 17. gününde geldi. Oğlunun intihar edebileceğine inanmadı, gördükleri ve duyduklarıyla ikna olmadı, Türkiye hudutları dahilinde bir noktaya vardıramadığı hukuk mücadelesini, AİHM’e taşıdı. Oğlunu zorunlu askerlik görevi sırasında şüpheli biçimde kaybetmiş bir baba olarak vicdani reddini açıkladı Hayri Kamalak...

"Militarist düşünce sadece ‘askeriye’nin sınırları içinde kalmayıp, günlük hayatın içine de yedirilen ‘militer’ bir dünya kurgular. Ki bu kurguda kadınlık aşağılanır, kadınlar genellikle görmezden gelinir, yok sayılır..."

Türkiye'nin ilk kadın vicdani retçisi Ferda Ülker. Asker babası vesilesiyle lojmanlarda hiyerarşinin, otoritenin içinde geçen bir çocukluk, önce kendisini ait hissettiği antimilitarizm zemini, oradan aslında kafasındaki bir çok sorunun cevabının feminizmde olduğunu keşfedişi...

"Ben 'Ceylan Önkol’un yaşında bir gencim, 15 yaşındayım, ben yaşıtlarımın, arkadaşlarımın ölmesini istemiyorum. Yeni Ceylan’ların ölmesini istemediğim için askerlik yapmayacağım. Bu militarist kültürün bir parçası olmayacağım."

2009’da Lice’de koyun otlatırken havan mermisiyle vurulan Ceylan Önkol’la aynı yaştayken, ona selam ederek askerlik yapmayacağını ilan etti. 15 yaşındayken yaptığı bu açıklamayla dünyanın en genç vicdani retçisi olarak kayıtlara geçti İlyada Erkuş...

"Benden istenen, kabul etmediğim halde bir devlete, hem de ordunun bir üyesi olarak hizmet etmem; silah kullanmayı ve şiddet yoluyla vatandaşı olduğum iddia edilen devleti savunmayı öğrenmem, koşulsuz şartsız itaat etmem, hatta gerekiyorsa öldürmem ya da ölmem..."

13 yaşında kapısından girdiği Deniz Lisesi’nde asker olmaya çabalamış ama becerememişti. Ayvalık, Cunda’daki evinde o günlere ve sonrasına dair anlattıklarına bakınca şu billurlaşıyor: Militarizmin fabrikalarının birinden ‘atılabilmek’ için kullandığı o şiddetsiz, dile, sabra ve inada dayalı çözüm yöntemi sonraki yıllarda hayatının dümeni olmuş Yuri'nin...

Gazeteci ve yazar Pınar Öğünç'ün antimilitarist hikayelerle bezeli son kitabı Asker Doğmayanlar çıktı. Yukarıda okuduklarınız kitabın en can alıcı kısımlarından bazıları. Asker Doğmayanlar, Türkiye'de zorunlu askerlik ve vicdani ret alanında daha önce karşılaşmadığımız nitelikte başarılı bir gazetecilik eseri. Biz de, Öğünç ile antimilitarizm bağlamında vicdani ret hakkı üzerine sohbet etmek için bir araya geldik.

Militarizm nerede ve nasıl başlıyor? Reddetmek nasıl mümkün olabiliyor? Her Türk asker doğar mı? Kadınlar neden vicdani reddini açıklar? Tüm bu soruları, söyleşi yaptığı ve kaleme aldığı 15 vicdani retçinin hayatına dair gözlemleriyle cevapladı Öğünç.

OKUL ADI KONMAMIŞ BİR KIŞLADIR

- Militarizm askerlik ile başlamıyor esasında, ilkokul sıralarından başlıyor Türkiye'de. Zorunlu eğitimi, zorunlu askerlik ile ilişkilendirdiğimizde ne gibi bir antrenmanı var çocuklar üzerinde?


Militarizm kendisini var edebilmek için düzenli biçimde damarlara zerk edilen milliyetçiliğe ihtiyaç duyuyor mutlaka. Bu ikisinin karışımı bir tür maya gibi. Tutması için de zorunlu askerliğe ve bütün bunları normalleştiren bir eğitim sistemine ihtiyaç var. Herkesin çok dalga geçtiği bir dersti ama Milli Güvenlik dersinde biz basbayağı rütbeleri ezberledik. Milli Güvenlik dersinin olduğu yerde Milli Coğrafya sakil durmuyor, gözüne takılmıyor. Milli Coğrafya ne? Türkiye’nin coğrafyasını anlatmak başka bir şey, erozyonu anlatırken ‘vatan toprağı’ diye anlatmak başka... Hem militarizmin hem milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu iç ve dış düşmanlar, zaten hemen hemen tüm derslere sızmış. Sadece müfredatla ilgili bir mesele de değil. En eğlenilen Beden Eğitimi dersi, sağ-sol- uygun adım marş, rahat-hazır ol öğrenerek başlıyordu. Hâlâ öyle midir bilmiyorum. Bununla başladığın derste, mesela kasadan takla atamamanın, öğrencilere nasıl büyük bir başarısızlık gibi hissettirildiğini çok iyi hatırlıyorum. Adı konmamış bir kışla orası ve kendiliğinden rütbelilerini yaratıyor. Okullardaki birçok ‘ceza’ da kaynağını kışlalardan alır zaten.

- Peki ya müfredatta zaman içinde yapılan değişiklikler hiç mi bir şey değiştirmedi?


Bazı değişiklikler var ama bakış açısının değiştiği söylenemez. Milli Güvenlik dersi kaldırıldı ama içeriğin görünmez militarist tarafı diğer dersler içinde eritildi. İnkılap Tarihi, Türkiye ve Dünya Tarihi dersleri, hatta daha erken yaşlarda verilen Hayat Bilgisi dersleri içinde, haydi militarist tabiriyle söyleyeyim ‘kamuflajlı’ halde duruyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin işleyişi, üniformaların nüansları falan yok. Ama birden kadınların da askere alınması gerektiğine dair bir okuma parçası çıkabiliyor karşınıza. Üstelik son dönemde abartılmış bir Osmanlı militarizmi, Türk-İslam sentezi bir kahramanlık külliyatı var ders kitaplarında. Kılıçlar şakırdıyor, cihanlar fethediliyor... Hâkim ideolojinin militarizmle hiçbir derdi yok. Askeri vesayetle ‘mücadelesi’nin böyle bir sorgulamaya bir lokma yanaşmaması da bunu doğruluyor.

ERKEKLİK MİLİTARİZMİN İLK KAPISI

- Feministler de kendi içlerinde tartışıyor. Kadınlar için vicdani ret ne anlam taşıyor? Feminizm ve militarizm paydasında vicdani ret için neler söyleyeceksin?


Militarizmden konuşmaya girmenin bir ana kapısı da toplumsal cinsiyet rolü olarak erkeklik. Tuğlalardan biri bu. Bu mantıkta savaşta kadının rolü cesur askerler yetiştirmek, sabırla asker yolu gözlemek ve ölümleri mağrur biçimde kabullenmek. Mermi taşıma vazifesini üstlenenler dışında, savaşçı kadın figürü az. Örneğin Sabiha Gökçen, Dersim’i bombalamadan evvel Mustafa Kemal’le konuşurken hem bu eril vazifeyi yerine getirecek bir kadın olmanın gururunu hissettir ama aynı zamanda bombalarken namusunu korumaya dair alacağı önlemlerden söz eder. Bu arada Sabiha Gökçen, Mustafa Kemal’den kadınların askere alınması talebinde de bulunmuş. Mustafa Kemal, “Git Mareşal Fevzi Çakmak’a sor” deyince, ona da anlatmış derdini. Fevzi Çakmak, kadınların yaşamasının bu vatanın varlığı için daha faideli olacağını söylemiş, öyle kapanmış iş.

-Yaşaması için eve gönderilen kadın da adeta ironi, sanki yaşayabiliyormuş gibi. Peki ama diyorlar ki; "Kadınlara zorunlu değilse neyi reddediyorlar?" Buna ne diyorsun?

Sonuçta sokaktaki, evdeki, ordudaki eril şiddetin membası aynı. O yüzden “Size zorunlu değil ki, neyi reddediyorsun?” sorusunu yüzlerce kez duyan kadın retçiler, militarizmin görünmez kollarını konuşabilmeye fırsat verdiği için ayrıca önemli.

DİN VE MİLİTARİZM BİR ÇELİŞKİLER YUMAĞI

- Kitapta dini gerekçelerle vicdani retçi olan Enver Aydemir de var. Dini inancın, vicdani retle kurduğu ilişkiye dair gözlemlerin ne?


Birçok anlamda çelişkiler yumağı... Roma İmparatorluğu döneminde asker olmayı reddedenler olduğu gibi aslen vicdani ret fikrini şekillendiren daha sonraki bir Hıristiyanlık yorumu. Daha doğrusu Hıristiyanlığın özünün bu olduğunu söyleyerek, kiliseyi eleştiriyorlar. Temel dert de kötülüğe karşı güç kullanmadan direnme, şiddetsizlik. Fikir yaygınlaştıkça sekülerleşerek felsefi, politik, ahlaki bir mesele haline geliyor. Tuhaf olanı, bu hakkı hukuken tanımaktan kaçınan ülkelerin vicdani reddi tekrar dinselleştirmeye çalışması. Bu hakkı sadece Yehova Şahitleri’ne tanımak gibi... Hâkim dinden gerekçe kabul edilmiyor çoğunlukla. Enver Aydemir, o böyle demese de ilk ‘imani retçi’ olarak kayda geçti. Dinine saygı göstermeyen bir kurum olarak saydığı TSK’nin neferi olmak istemediğini söylüyordu.

- Muhammed Serdar Delice'yle de görüşmüşsün. Onun ret kararı da benzer şekilde mi?


Reddinde dini gerekçelere de yer veren Muhammed Serdar Delice’nin durumu biraz farklı. Çünkü TSK, askerlikle ilişkisini keserken vicdani reddi telaffuz ederek bir ilke imza attı ama aynı zamanda İslam dininin askerlik yapmaya engel olmadığını beyan etti. Bu ilişki de kocaman bir çelişki. TSK’nin genel olarak dine bakışı malumken kışlanın lafta Peygamber Ocağı olmasını, ‘şehitliğin’ din üzerinden kavramsallaştırılmasını ne yapacağız?

TEMEL BİR İNSAN HAKKINI SATIN ALMAYA "BEDELLİ" DİYORUZ

-Bedelli askerlik için ne düşünüyorsun? Özellikle de, hayatını milliyetçi ya da ulusalcı duygularla yaşayan gençlerin, savaşa ihtiyaç duyan sloganlar atan gençlerin, bedelli askerlik ile askere gitmiyor olmalarını nasıl yorumluyorsun?


Bedelli askerlik konusu ne zaman gündeme gelse kullanılan fiil ‘çıkmak’tır. Bedelli çıkacak mı? Piyangodan çıkar gibi biraz. ‘Bedelli müjdesi’ diye sayısız başlık hatırlıyorum. Bedelli askerlik aslında insanların içinde hâlâ canlı bir kırıntı kaldığını gösteriyor. Askere gitmek istemeyişin açıkça ifade edilebildiği, ayıplanmadan konuşulabildiği dönemler bunlar. Diğer yanıyla da acıklı çünkü temel bir insan hakkını satın almaktan söz ediyoruz. Hükümet pazar esnafı gibi rayiç belirliyor. Kaç kurtarır... Özellikle son bedelli seferinde miktarın çok yüksek olması, üst orta sınıfa yarayan bir imtiyaz haline getirdi bunu. Arzulanan kadar başvuru da olamadı.

ÇÖZÜM SÜRECİ 'ZORUNLU'LUĞU KALDIRABİLİR

-Türkiye, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde imzaladığı üzere 'zorunlu askerlik' dayatamaz. Peki nedir hukuki yolları? Hukuk nasıl dayatıyor askerliği zorla?

Tek uluslararası hukuki kaynak bu da değil. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi de, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu da Türkiye’ye bu konudaki yükümlülüklerini uzun zamandır hatırlatıyor. Aslında anayasanın 72. Maddesi zorunlu askerlik yerine kamu hizmetine olanak tanıyor. Bunun düzenlenmesi gerekli. Fakat aslında Anayasa’nın bu maddesine de aykırı olan Askerlik Kanunu engel oluyor. Şimdi çözüm süreciyle birlikte askerlik süresinin kısalacağına dair işaretler veriliyor; kimi askeri suçların cezalandırılma biçimi değişiyor. Fakat öz aynı, zorunlu askerlik orada duruyor. Sadece ‘İstersek daha az acıtabiliriz’ gibi mesajı veriliyor. İnsanların buna sevinmesi bekleniyor.

-Ayşe Gül Altunay'ın önsözde sorduğu soruyu sana sormak istiyorum; 'Onların itaatsizliği, bizim itaatimize neler söylüyor?’


En güçlü sivil itaatsizlik eylemlerinden biri vicdani ret. Sonra o itaatsizliği bütün hayatına yayıyorsun çünkü. Hem devletle, hem de diğer bireylerle ilişkini nasıl düzenleyeceğine dair bir taahhüt veriyorsun. Fikriyatın çatısını, retçilerin büyük çoğunluğunda antimilitarizm ve savaş karşıtlığı oluşturuyor. Şiddetsizliği düşünmek, otoriteyi sorgulamak, hiyerarşiyi reddetmek, toplumsal cinsiyet rollerini deşifre etmek... İtaat çok katmanlı olarak kalınlaşıyor. Mücadele tamamıyla ilgili.

KİMSE ASKERE GİTMEZSE NE OLUR?

-Peki kimse gitmezse bu asker ocağına neler olur?


Bu bir ütopya. Şu kadarını söyleyebilirim, 90’lar 2000’ler boyunca güçlü bir antimilitarist, savaş karşıtı hareket yükselmiş olsaydı, güçlü bir vicdani ret akımı yaşansaydı, sadece bu bile Türkiye’yi Kürtlere karşı kullandığı güvenlik politikalarını değiştirmeye zorlayabilirdi. Sınırsız bir insan kaynağı var. Güle oynaya askere gidiyor, ölüsü döndüğünde sorgulayan da yok. Ne yaptın oğluma? Bu neyin savaşı? Birçok vicdani retçinin o manifestik ret açıklamalarında doğrudan Türkiye’nin savaşına referans vardı. Kardeşini vurmak istemediği için askere gitmeyi reddettiğini söylüyorlardı.

- Neden olmadı, yükselmedi o hareket?


O yıllar boyunca yalnız bırakılmaları onların suçu değil. Barış İçin Vicdani Ret Grubu böyle doğdu, Kürt Vicdani Ret Haraketi de. Kitapta Kürt Vicdani Ret Hareketi’nden Kemal Acar da anlatıyor, çok coşkuyla yola çıkıldı, her toplantıda 20’şer, 30’ar kişi retlerini açıklıyorlardı fakat bu heyecan çok süremedi. Gerillaya katılan zaten katılıyordu ama katılmayanlar arasında vicdani ret pek karşılık bulmadı, bir savaşa müdahale yöntemi olarak görülmedi. Diğer yandan militarizmin, milliyetçiliğin özellikle diri tutulduğu, biraz geçer gibi oldu mu ateşin üflendiği bu savaş, genel olarak vicdani reddin de, antimilitarizmin de toplumsallaşmasına engel oldu.

-Sosyolojisi ise bambaşka şeylere tekabül ediyor sanırım bu anlattıklarının?


İnsanlar uyuşturulmuş gibi çünkü. O kadar ki bir kez insanlığın geleceğindeki robot askerler tehlikesine dair bir yazı yazmıştım. İnsansız hava araçlarından tam otonom robot savaşçılara geçeceğimiz bir distopyadan söz ediyorum. Bir okur yorumu şöyleydi: “Pınar hanım hep robot askerlerden söz ediyorsunuz, biraz da robot gerillalardan söz etseniz...” Bu, ancak robotlaştırılmış bir algının mahsulü olabilir. Ben neler diyorum, onun aklı nerede...

Vicdani ret olsa Ahmet de askere gitmeyecek

SEVDA AYDIN
EVRENSEL / 8.Haziran.2013

Postacı Ahmet her gün yaptığı gibi yine postaları dağıtmış, arkadaşı Enis’i ziyaret için gazetemize uğramıştı. Beraber yemek yiyip, çaylarımızı alıp dışarı çıktık. Birer sigara eşliğinde sohbete devam edecektik ki birden aklına askerlik sorunu geldi. Gerçi hiç aklından çıkmıyormuş, askerliğini yapmadığı için ‘önünü göremiyormuş.’

Ahmet bunları söylerken masamda duran Pınar Öğünç’ün yeni kitabı “Asker Doğmayanlar”ı hatırladım. Kitabın içindeki tüm hikayelerin demek istediğini, Ahmet bana en yalın ve gerçekçi haliyle yaşayan biri olarak anlatıyordu.

Zorunlu askerlik dünyada farklı şekillerde iyileştirmeleriyle beraber devam ediyor. Türkiye’de ise erkeklerin bu zorunluluğun geldiği boyut tam da Ahmet’in yaşamını saran önünü görememe haline gelmiş durumda.

Yüzyıl önce tüm Avrupa’nın kabul ettiği bu ordulaşma fikri, bunca farklı ekonomik ve siyasi yapıları olan ülkeleri kendisini ayakta tutan yegane güç olması bakımından birleştirebildi. Erkek bedeninin üzerinde tahakküm kurma, aklına ve vicdanına hükmetme devletin ana hedefi haline geldi böylece.

ORDU ÇÜRÜK BİR EVDİR


Dünyada zorunlu askerlik hizmetini tartışmak daha o yıllarda ortaya çıkmış hatta Lev Tolstoy, bu yapıyı derin bir analizle eleştirebilmiş. 24 yaşında katıldığı ordudan dört yıl sonra ayrılan Tolstoy, orduyu çürük bir evin destekleyicileri olarak görür: “Duvarlar dökülüyor; kirişlerle tutturulur. Tavan aşağıya bel vermiş: Bir çatı daha inşa eder. Kirişlerin arasından kalaslar fırlıyor; yeni direklerle destekler. Sonunda ortaya çıkan, ayakta duran ama içinde yaşaması imkansız bir evdir.”

Tolstoy’un deyimiyle bu çürük evin destekçisi olmak istemeyenler de elbette oldu ve Türkiye’de de adını vicdanda buldu. Çünkü askerlik sadece uzun bir süreni zorunlu olarak orduda geçirmek değil, aynı zamanda itaat ve şiddet içeren bir yapıydı. Tanımadığın insanı öldürmen bekleniyor hem de itiraz hakkın olmadan. Sadece askerlik de değil elbet. Bugün Gezi Parkı’nda yaşam alanlarını koruyan, AVM’yi değil, ağacına, ormanına sahip çıkan da vicdani retçi. Çünkü onlarda tek tip yaşam istemiyorlar.

HEPSİ AYNI SÜRECİ YAŞIYOR

Pınar Öğünç, kitabında Türkiye’de vicdani ret tartışmalarının merkezinde olmuş 14 kişiyle röportajlar yapmış. Tayfun Gönül, Vedat Zencir, Yuri, Mehmet Tarhan, İnci Ağlagül, Halil Savda, Ferda Ülker, Enver Aydemir, İnan Mayıs Aru, İnan Süver, Muhammed Serdar Delice, İlyada Erkuş, Hayri Kamalak, Kemal Acar ve Merve Arkun. Bu isimlerin her birinin öyküsü çok farklı. LGBTT’lisi de var, Kürt olanı da, kadın vicdani retçisi de, dini inancı gereği bu hikayenin bir parçası olanı da. Ama hepsi retlerini açıkladıktan sonra hemen hemen aynı süreci yaşıyor. Davalar, tutukluluk süreçleri, zorla tek tipleştirmeler…

KİM ŞEHİT OLACAK?

1990’lı yıllardan bugüne antimilitarist görüşünü vicdani reddini açıklayarak savunanların hikayelerinde ilginç detaylar da var, zorunlu askerlik üzerine önerileri de.

Öğünç, kitabına yazdığı giriş yazısında emekli bir askerin şu sözlerine yer veriyor: “Vicdani ret hakkı diye bir şey olursa o zaman kimse gitmez ki askere. ‘Herkes vicdani retçi olursa kim şehit olacak?’ İşte aslında tam da meselenin ortasında bu ölümler ve şiddet yatıyor. Öğünç’ün de dediği gibi keşke tam da buralardan başlayarak düşünebilsek.

Ahmet’e soruyorum, “Neden bu kadar takıyorsun kafana gitmek o kadar da önemli mi?” “Gitmezsem önümü göremem. Hayatım boyunca hep sorun olur” diyor. Evet sorun olmasa Ahmet için bu kadar, yani vicdani ret diye bir hak çıksa o da gitmeyecek. Ama şimdi bekliyor. “Askere alsınlar ve bir an önce bitsin” diyor.

Evrensel linki için...

Ordu Deyince Akla Fındık Gelse...

MERAL CANDAN
BİA Haber Merkezi / 01 Haziran 2013

Elimde Pınar Öğünç’ün Asker Doğmayanlar kitabı var, yanımda not defterim, okuyorum.

14 vicdani retçinin kendi ağızlarından anlattığı hikayelerine kulak kesiliyorum. Bir vicdani retçinin “Emir alıp vermeyi yaşantıma almamaya niyetliyim” cümlesini okurken, arkadan tanıdık bir ses yükseliyor: “inancın emrettiği bir gerçek, bir vaka, niçin sizler için reddedilmesi gereken bir olay haline geliyor?”

Kitapta ‘emir’ kelimesinin altını çiziyorum. Televizyondaki sesin tonu giderek yükseliyor, öyle ki ekrandan çıkıp, yanıma oturacakmış gibi... Yerimi değiştiriyorum.

Bol bol cümlelerin altını çiziyorum. Fark ediyorum ki en çok kadın vicdani retçilerin cümlelerini işaretlemişim. Bunu Pınar’a sormalıyım diye not ediyorum.

Kitabı bitirdim, sorularımı not ettim. Ama şimdi de Pınar ile görüşecek olmanın heyecanı sardı. Zaten iyi bir röportajcı olan birine nasıl soru sorulur? Soruları ondan mı istesem?

Sinir, stres, heyecan derken işte Pınar karşımda... Biraz yorgun, biraz da sıkılmış bir hali var. Ekşisözlük’te hakkında girilen bir entry geliyor aklıma: “İnsana huzur veren bir sakinliği var”, evet aynen öyle. Sakinleşiyorum ve sohbete başlıyoruz...

Kitapta 14 vicdani retçinin hikayesi var. Bu isimler ulaşabildiklerin mi, bu 14 isim neye göre yer aldı kitapta?


Kitabın çizgisel olarak tarihsel bir hatta olmasını istedim. Çok farklı motivasyonlarla insanlar vicdani retlerini açıklıyor. Bir temsil gücü olsun gayretindeydim. Bu isimler yerine başkaları da olabilirdi.

Benim insanlara ulaşabilirliğim de önemliydi. Konuşmak istemeyenler de oldu. Tekrar o dönemin içine girmek istemediler, çok haklı bir şey.

Kitapta da yazdım zaten, konuşamadığım her vicdani retçi kadar eksik bu kitap. Çünkü kesişen noktalar olduğu kadar hem politik olarak hem de pek çok olaya bakış açısından apayrı insanlar. O yüzden de çok ayrı hikayelerden geliyorlar.

Vicdani ret kavramı ile tanışman nasıl oldu?


İlk önce Osman Murat Ülke’nin vicdani reddini okudum. O zamana kadar Tayfun Gönül, Vedat Zincir daha sınırlı kitlelerin içinde bilinen isimlerdi.

Osman Murat Ülke’nin hem ulusal hem de uluslararası hale gelişi önemliydi ki, Mehmet Tarhan da öyledir. Bu işe en fazla burun kıvıran ana akım medyanın bile haber yapmasını sağladığından tanıştım diyebilirim. Bu arada zaman içinde bu konuya eğilişim, bir akademisyenin tezi üzerine bilinçli çalışmaya karar verişi gibi değildi.

Kitaba gelene kadar pek çok kere yazılarında vicdani retçileri işledin, onlara yer verdin. Bu ilgini canlı tutan şey neydi?


Bir kere çok fazla yüzü var militarizmin. Görünür kısmını hemen işaret edip tanıyabiliyorsunuz ama çok sinsi bir tarafı da var. İşyerlerimize, evimize, okullara ki, oradaki varlığı daha doğrudan onu ayırt edebiliyoruz.

O kadar sinsice sızdığı yerler var ki, mesela Gezi Parkı’nda olanlar... Başka bir şey oluyor gibi ama militarizmin hem sermaye hem de kapitalizmle bir ilişkisi var.

O yüzden kapitalist toplumlarda militarizm daha köklü. Gezi Parkı’nda şu ilgimi çekti, oradaki güvenlik görevlileri ve polisler aslında sermayeyi korumak için biber gazı atıyordu.

Bir ara polisin gücü yetmeyince başka bir seçenek olarak, orada çalışan taşeron şirketin elemanlarına zabıta yeleği giydirdiler. Bu bir üniforma. Zabıtanın militarist gücünü o uyduruk yeleğe geçirmiş oluyorsun ve oradakiler işçi olmaktan çıkıyor, devleti, otoriteyi, sermayeyi temsil eden üniformalılar, muktedirler haline geliyor.

Bu, bana “Deney” filmini hatırlattı. Bu filmde de bir kısmı mahkum bir kısmı gardiyan olan sıradan inşaların yaşadığı dönüşüm anlatılıyor.


Evet, ancak işçiler bundan hoşlanır hoşlanmaz, ayrı bir şey. Onların da maruz kaldığı bir durum olabilir. Burada benim dikkatimi çeken şey, üniformalaştırarak oradaki nizamı sağlamaya çalışmak.

Gezi Parkı’ndaki süreç de bir emir komuta zincirini hatırlatıyor. Birilerini Gezi Parkı’nın geleceğinin nasıl olması gerektiği ile ilgili emri veriyor ve karar başka bir şeye bakılmaksızın uygulamaya geçiliyor. Militarizmin hayatımızdaki yeri bu kadar açık iken bazılarımız görmemeyi nasıl becerebiliyoruz?


Bir feminist yazarın çok güzel bir özeti var. “Militarizm gücünü normalleşmesinden alır” diyor. O kadar şahane bir özet ki…

Bu durum masanın yanında duran sandalye kadar normalleştiğinde, bunun burada ne işi var diye sormazsın ki? Bütün mekanizma militarizmi normalleştirmek üzerine kurulu.

O yüzden militarizm, aslında barış dönemlerine yönelik örgütleniyor. En çok da sivillerin üzerine çalışıyor. Askerlikte bir tür gönüllülük ilişkisi var. O kapalı, dar kutudan çok az hak ihlali sızabiliyor. O gönüllü ilişki ile asker olanlar, o gönüllü ilişki ile kalmayabiliyorlar içerde.

Kitaba dönmek istiyorum. Vicdani retçilerin manifestolarını özellikle mi yayınlamadın?


Bazıları çok uzundu. Bu nedenle birini kitaba alırken birininkini almamak olmazdı. O metinlerden ben kendimce parçalar aldım.

Kitabı yazarken nelerden beslendin, neler okudun, neler izledin?

Öncelikle bir medya taraması yaptım, bu konu haber olarak nasıl yer almış ona baktım. Onun dışında, Ayşe Gül Altınay’ın külliyatı diyeyim. Çarklardaki Kum çok önemli bir derleme. Bunların dışında bir sürü makale okudum. Murat Belge’nin Militarist Modernleşme’si bunlardan biri. Tolstoy’un tamamını okudum. Büyük bir kısmı militarizm üzerine değil ama çok öncü bir metin.

Kitabı okurken kendi adıma pek çok yeni şey öğrendim. Mesela vicdani retçilerin hepsinin antimilitarist gerekçelere sahip olmadığını gördüm.


Evet, haklısın ama pek çoğu öyle. Enver Aydemir dini gerekçelerle vicdani reddini açıklıyor.

Kitapla kendi bilgilerimi güncelledim diyebilirim. Senin bu kitap ile edindiğin yeni bir bilgi ya da geçirdiğin bir dönüşüm söz konusu mu?


Sadece doğrudan konuyla da ilgili değil. Hepsinin hikayelerini dinlemek başlı başına çok öğretici ve ilham verici.

Ancak beni en çok etkileyen şey, hayatlarında kurmaya çalıştıkları tutarlılıktı.

Bir sürü politize yanlarımız olabilir. Bunu hayatına yansıtmak, ne getirirse onu kabullenmek, bu kadar geniş zamanı ipotek altına alan kararlar vermek, çok etkileyici. Bana çok devrimci geliyor.

Biraz da senin söylediğine ek olsun. Birçok vicdani retçi asıl meselenin antimilitarizm olduğunu, asıl çatının o olduğunu söyler. Büyük çoğunluğunun birleştiği nokta orasıdır aslında. Diğer türlüsü eksik kalır.

Haklısın Enver Aydemir’in hikayesini okumak çok öğreticiydi. Antimilitarizm dışında başka bir yerden de gelse aynı noktada buluşabiliyor.

Ve şu çok güzel. Lisede anarşist çevrelerle bağı var ama anlamaya çalışan bir hali de var Enver Aydemir’in. Ne yapmak istediğine karar veriyor, sonra bir gün Osman Murat Ülke ile ilgili bir haber okuyor. Diyor ki, böyle insanca bir şey varmış, bu kadar zamandır bunu akıl edememişim. En basit şey “sizin askeriniz olmayacağım” demek.

Tayfun Gönül ilk kez vicdani reddini açıklandığında tarih 1989 idi. Günümüzde ise bu rakam 200’ün üzerinde. Kitabın bu kişileri ve vicdani ret kavramını daha görünür kıldığı bir gerçek ama neden görmek istemedik şimdiye kadar? Nasıl bu kadar görünmez kılındılar?

Topluma fikir uzak geldiği için ana akım medyanın marjinalleştirmeden, gerçekten anlama kaygısı ile yaptığı haber sayısı çok az. Bunda şunun çok etkisi var bence. Bütün dünyadaki zorunlu askerlik kurumundan vazgeçmemek bir yana koşulları daha zorlaştıran, iç çatışma yaşayan ülkeler var.

Türkiye’nin 30 yıldır yaşadığı savaş, hükümetlerin militarizme yatırım yapmasını gerektirdi. Düşünsenize, ailelerden çocuklarını alıp ölüm tehlikesi olan bölgelere gönderiyorsunuz. Bu ölümün bir anlamı olduğuna bir yatırım yapmak gerekiyor.

Kitapta bazıların hikayelerinden de görüyoruz ki, hayat sadece vicdani retçi için değil, eşi, ailesi için de zorlaşıyor. Bu anlamda eşlerini, ailelerini göremiyoruz belki ama desteklerinin ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyoruz.

Tabii, tabii. Yalnızlaştırılmak üzerine gelişiyor her şey. Bir sürü haktan mahrum yaşamaya zorunlu bırakılıyorsunuz. Kimlik taşıyamıyor, buna bağlı olarak sigortalı çalışamıyorsunuz. Dolayısıyla bunun tüm aile fertlerine yansıyan bir durumu var.

Bu ailelerden biri de İnan Suver’in eşiydi. İnan kaç kere tutuklandığını hatırlamayacak durumdaydı. En fazla yorulanlardan birisidir. Remziye onu iki katı kadar yoruldu diyebiliriz. Çocukları vardı. Bir yandan o cezaevine bir yandan bir diğerine gidiyordu Remziye ve bunların arasında geçimlerini sağlamak durumunda.

Vicdani reddi aile üyeleri kabul etmek istese de toplum baskısı duruyor karşımızda.


18 Myıs’ta Vicdani Ret Derneği’nin yaptığı bir etkinlik vardı. İlk defa bu etkinlikte İnan’ın oğlu Umut konuştu. Daha 12 yaşında ve şunu anlattı:

Bir gün okulda öğretmeni “babası cezaevinde olanlar kimlerdir” diye sormuş. Umut söyleyip söylemek arasında karar verememiş, babası o sırada cezaevindeymiş. Bunu anlattığında Remziye hemen okula koşup, “siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz” diyerek sürece müdahil olmuş. Okul yönetimi özür dilemiş. Bu da antimilitarist bir müdahaledir.

Kadın vicdani retçiler sık sık “kadınlar askere gitmiyor ki vicdani rette ne gerek var” cümlesiyle karşılaşmış. Diğer yandan kadınların desteğinin öneminden bahseden retçiler var. Kadınlar söz konusu olduğunda neden aynı yerde buluşamıyoruz?

Bu vicdani rettin kendini anlatamaması ile ilgili. Çok fazla kanalı olmamış. Sadece zorunlu askerlikle ilişkili bakıldığında, o zaman gerçekten zorunlu olmayan bir şeyin reddi dünyanın en absürd şeyi gibi görünüyor. Ama onların derdi militarizmin her alandaki tezahürü ile…

Tam da bu yüzden senin ne işin var dediklerinde ve kadınlar bunu anlattığında, varlıkları ile bir uyandırma servisi işlevi görüyorlar.

1 milyon asker kaçağının olduğu, çürük raporlarının havada uçuştuğu, bedelli askerliğin müjde diye sunulduğu bir ülkede “her Türk asker doğar” sloganı ne kadar geçerli ve hala nasıl kendine yandaş bulabiliyor?

Bu o kadar net bir çelişki ve kendini o kadar güzel ortaya çıkartıyor ki, gerçekten üzerine kelam etmeye gerek yok. Çünkü eğer öyle ise bunlar neden var diye sormamız gerekiyor? Önsözde de yazdığım şeylerden birisi vicdani ret konusu tartışılırken bir emekli askerin, “bu hak tanınırsa kimse gitmez ki askere” demesiydi.
Aslında bu cümle bir tartışmayı bitirmek için kuruluyor ama tam da başlaması geren yer bu değil mi? Neden kimse gitmez ya da gitmiyor askere?

İçerde kilitli kalmış bir şeyin elinde olmadan ortaya dökülüşüydü. Bu cümle ile zorunlu askerlikten kaçmaya çalışan erkeklerin serüveni de ortaya çıktı.
Vicdani retçilere destek olanların “kimse asker doğmaz, herkes bebek doğar” dedikleri için halkı askerlikten soğutma davaları ile boğuştuğu bir dönemde, bu kitabın da senin için benzer bir süreci başlatacağı kaygısını taşıdın mı?


Tabii ki. Son yargı paketi kapsamında o maddede değişiklik oldu ama içerik aynı bir şekilde duruyor. İki açıdan düşünce ve ifade özgürlüğü önünde engel bu madde.

Hem vicdani redde dair fikir beyan edenleri bundan mahrum ediyor hem de karşındakinin de kendi fikrini oluşturma özgürlüğünden azade olduğunu söylüyor. Korkunç bir hukuki ayıp.

Son derece de keyfi bir şekilde işletiliyor. Bu yüzden isterlerse dava açabileceklerini isterlerse de açmayacaklarını biliyorum.

Mehmet Tarhan “Vicdani ret kabul edilebilecek bir şey ama bunu Elbistan’ın köyünde yaşayan çocuğa nasıl anlatacağını bilmediğin sürece hiçbir anlamı yok” diyor. Bu kitap Mehmet’in bahsettiği anlatım yollarından biri olabilir mi?

Fikri ve hareketi toplumsallaştırmayı becerememekten dilin uzaklığından söz ediyordu Mehmet. Genel olarak muhalif, anarşist her kitlenin dert edinebileceği bir şey. Mehmet tam da bundan bahsediyordu.

Zorlu hikayeler dinliyor, onları yazıyorsun. Bunların arasında zorlandığın anlar oluyor mu ya da nasıl baş ediyorsun?

Bir zorluktan bahsedeceksek şöyle bir yanı var. Bazı konuların anaakımlaşabilmesi için çok az kaynak olduğundan farklı dertlerden muzdarip insanlar size yazabiliyor. Çok haklı bir şekilde ilgilenilmesi ve yer verilmesini istiyorlar. Ben de böyle bir aracılık vazifesinden çok mutlu oluyorum. O köşe bu yüzden var.

Fakat bunun da bir kullanım alanı var. Yetişememe duygusu ağır geliyor aslında. Herkes derdi bir gazetede yer alsın istiyor. Öncelik verme kısmı, zor.

Aslında biraz psikolojik olarak yorulup yorulmadığını merak ediyorum.

Bence samimiyetinizi koruyabileceğiniz kadar bu tür gazetecilik yapmak gerekiyor. Mağduriyetler ve acılar diyeyim, paket haline getirip profeyonelce onları işlemeye başladığınızda bu mesleki dezenformasyona sebep olur. Bence zaten sağlıklı olan etkileniyor olmak. Etkilenmemeye başladığınızda bırakmak gerekiyor.

Gazetecilik dışında bir bölüm okuduğunu biliyorum. Hep yapmak istediğin bir şey miydi, yoksa hayat öyle mi gelişi?


Hep yazarak bir şeyler yapmak istediğimi biliyordum. Nokta ile başladım daha sonra haftalık dergilerde, yayınlarda devam ettim. İnsan hikayeleri yazdım. Gazeteciliğin edebiyata yakın olan kısmı, gerçek manada röportajlar ve üzerine benim de bir şeyler katabileceğim metinler ilgimi çekti.

Ercan Kesal bir derste şöyle demişti: “Senarist, insanların yanından geçip gittiği şeyleri gören kişidir.” Senin de az önce bahsettiğin gazetecilik de bununla örtüşüyor. Öyküler yazdığını tahmin ediyorum, yazar mısın?

Bir süredir yeni hikaye yazamadım ama planladıklarım var. Zaten gazetecilik dışındaki bir sonraki işimin hikayelerimi toplamak olduğuna karar verdim. Eski yazdıklarımı ama hala sevdiklerimi ayıklayarak, yakın zamanlarda yazdıklarım ve yazmayı planladıklarımdan oluşan bir kitap düşüncem var.

Ne tür hikayeler yazıyorsun?

Gerçek hikayelerin içindeki fanstastik durumlar benim ilgimi çekiyor. Cortazar severim, bu tarife uyar uymaz, Sait Faik severim. Fazla sirk atraksiyonu olmayan hikayeleri ki, Cortazar onlara hayat pıhtıları der. Onları seviyorum.
Pınar ile ayrılmadan önce elimdeki kitabı ona uzatıyorum. Adettendir, imzalamasını istiyorum. Kırmıyor ve şu satırları yazıyor: “Ordu deyince akla fındık gelse çok şahane olmaz mıydı?” (MC/YY)

Bianet linki için...

Asker Doğmayanlar

TUĞÇE TATARİ
AKŞAM / 26 Mayıs 2013

Gazeteci Pınar Öğünç, Hırant Dink Vakfı’ndan çıkan ‘Asker Doğmayanlar’ adlı yeni kitabında 14 vicdani retçinin karar aşamasını ve sonucunda yaşadıklarını kaleme almış.
Öğünç, bir çoğumuzun üzerine düşünme zahmetinde bile bulunmadığı, oysa ciddi bir insan hakları meselesi olan vicdani ret gerçeğini olanca ağırlığı ile önümüze sunmuş.
Kaçmayı, görmezden gelmeyi neredeyse imkansız hale getirmiş.
Kişilere kendi seçimlerini anlattırmış ve bir insan neden askere gitmek istemeyebilir sorusunun cevabını
verdirmiş.
Buyrun ‘Asker doğmayanlar’a biraz beraber bakalım.
Yazıyı okumaya devam etmeden önce bilmeniz gereken; ‘Vicdani ret’ en basit anlatımı ile kişinin herhangi bir nedenden dolayı askere gitmeyi ret etmesidir. Bu küçük bilgi notundan sonra konuya devam edebiliriz.
Türkiye’de vicdani retçi olmak ömür boyu sürecek zorlukları da göğüslemek demektir.
Hem zorluklara göğüs germek
hem de yaşadıklarınızı dinlemek, sesinizi duymak isteyen kimseyi
bulamamaktır.

***

Tayfun Gönül, Vedat Zencir, Yuri, Mehmet Tarhan, İnci Ağlagül, Halil Savda, Ferda Ülker, Enver Aydemir, İnan Mayıs Aru, İnan Süver, Muhammed Serdar Delice, İlyada Erkuş, Hayri Kamalak, Kemal Acar ve Merve Arkun. Bu isimler, neden vicdani retçi olduklarını Asker Doğmayanlar’da anlatmış.
Ülkenin yapısı bir kere daha ama bu sefer vicdani retçilerin dilinden gözler önüne serilmiş.
Kitabı okurken, anlatılanlardan yola çıkıp ister istemez kendi çocukluğunu da hatırlıyorsun. Televizyon yayını biterken okunan istiklal marşları, her fırsatta duyulan postal sesleri, ilk okuldan başlayan ve üniversiteye kadar süren, askeri dil kullanılarak sıraya sokulmalar, hiza almalar, bayrak merasimleri. Türk demek asker doğmak demek neredeyse. Türk erkeği için vatanını korumak ‘namusunu’ korumakla eş değer. Namus zaten başlı başına sıkıntılı bir mesele...
Türk erkeği için askerlikten ‘kaçması’ sadece kendisinin değil ailesindeki tüm erkeklerinin cinsiyetini, varlığını, ikdidarını, şerefini ve namusunu inkar etmesi demek anlamına geliyor.
Böyle bir ortamda ‘ben askerlik yapmayacağım’ demek kimine göre büyük cesaret kimine göre ise büyük korkaklık. Ama şunu gözardı etmemek gerekir ki; bu kararın sonucunda sadece dışlanma ve aşağılanma yaşamaktan söz etmiyoruz. Akabinde baskı, hapishane ve hatta işkenceyi getiren bir seçimden söz ediyoruz. Ve bunu savaşmak istemediği, asker olmayı reddettiği için yaşayan insanlardan. Dünyanın birçok ülkesinde insanların asker olmama hakkı varken hala Türkiye’de bu bir zorunluluk. Oysa insanlar dini, ahlaki, politik sebeplerle askerliği ret edebilir. Bana göre sadece kendini uygun bulmadığı, istemediği için bile askerlik yapmaya itiraz edebilmelidir... Zorunlu askerlik sistemine karşı çıkabilmeli ve sırf itiraz etti diye cezalandırılmamalıdır.

***

Modern toplumlarda insanlar meslek tercihini kendi yapar, askerlik de bir meslektir. Herkes her mesleğe uygun değildir diyorsanız veya tam tersi askerlik yapmamayı eksiklik, korkaklık, yumuşaklık kabul ediyorsanız mutlaka Pınar Öğünç’ün ‘Asker Doğmayanlar’ını okuyun. Okuduktan sonra düşünceniz değişmeyebilir. Ama düşünceniz farklı düşüncelerle tanıştığında daha sağlam temellere oturacaktır inanın.