Friday, July 5, 2013

Zorunlu olmasa kim gider askere?

JİNDA ZEKİOĞLU
ANF / 23.Haziran.2013

"Hepimiz askeri marşlarla, cafcaflı bayram kutlamalarıyla büyüdük. Kendi tarihimizi, fetihçi, asker bir millet olduğumuzu ve bunun erdemlerini vaazeden, resmi tarihin ağzından öğrendik."

Türkiye’nin ilk vicdani retçisi Tayfun Gönül, 1990’lı yıllarda askere gitmemekten, antimilitarizmden söz ettiklerinde nasıl Marslı muamelesi gördüklerini "Gezegen yok olmak üzere, hâlâ ordusuz bir dünya düşünemiyoruz!" sözleriyle anlatıyordu dünyaya gözlerini yummadan evvel...

"Volkan'ı bugün mezardan kaldırıp sorsak 'Bir daha askere gider misin?' diye, 'Kesinlikle hayır. Sülalemi de göndermem' der."

Oğlu Volkan Kamalak’ın ölüm haberi, Ağrı Eleşkirt’te yaptığı askerliğinin 17. gününde geldi. Oğlunun intihar edebileceğine inanmadı, gördükleri ve duyduklarıyla ikna olmadı, Türkiye hudutları dahilinde bir noktaya vardıramadığı hukuk mücadelesini, AİHM’e taşıdı. Oğlunu zorunlu askerlik görevi sırasında şüpheli biçimde kaybetmiş bir baba olarak vicdani reddini açıkladı Hayri Kamalak...

"Militarist düşünce sadece ‘askeriye’nin sınırları içinde kalmayıp, günlük hayatın içine de yedirilen ‘militer’ bir dünya kurgular. Ki bu kurguda kadınlık aşağılanır, kadınlar genellikle görmezden gelinir, yok sayılır..."

Türkiye'nin ilk kadın vicdani retçisi Ferda Ülker. Asker babası vesilesiyle lojmanlarda hiyerarşinin, otoritenin içinde geçen bir çocukluk, önce kendisini ait hissettiği antimilitarizm zemini, oradan aslında kafasındaki bir çok sorunun cevabının feminizmde olduğunu keşfedişi...

"Ben 'Ceylan Önkol’un yaşında bir gencim, 15 yaşındayım, ben yaşıtlarımın, arkadaşlarımın ölmesini istemiyorum. Yeni Ceylan’ların ölmesini istemediğim için askerlik yapmayacağım. Bu militarist kültürün bir parçası olmayacağım."

2009’da Lice’de koyun otlatırken havan mermisiyle vurulan Ceylan Önkol’la aynı yaştayken, ona selam ederek askerlik yapmayacağını ilan etti. 15 yaşındayken yaptığı bu açıklamayla dünyanın en genç vicdani retçisi olarak kayıtlara geçti İlyada Erkuş...

"Benden istenen, kabul etmediğim halde bir devlete, hem de ordunun bir üyesi olarak hizmet etmem; silah kullanmayı ve şiddet yoluyla vatandaşı olduğum iddia edilen devleti savunmayı öğrenmem, koşulsuz şartsız itaat etmem, hatta gerekiyorsa öldürmem ya da ölmem..."

13 yaşında kapısından girdiği Deniz Lisesi’nde asker olmaya çabalamış ama becerememişti. Ayvalık, Cunda’daki evinde o günlere ve sonrasına dair anlattıklarına bakınca şu billurlaşıyor: Militarizmin fabrikalarının birinden ‘atılabilmek’ için kullandığı o şiddetsiz, dile, sabra ve inada dayalı çözüm yöntemi sonraki yıllarda hayatının dümeni olmuş Yuri'nin...

Gazeteci ve yazar Pınar Öğünç'ün antimilitarist hikayelerle bezeli son kitabı Asker Doğmayanlar çıktı. Yukarıda okuduklarınız kitabın en can alıcı kısımlarından bazıları. Asker Doğmayanlar, Türkiye'de zorunlu askerlik ve vicdani ret alanında daha önce karşılaşmadığımız nitelikte başarılı bir gazetecilik eseri. Biz de, Öğünç ile antimilitarizm bağlamında vicdani ret hakkı üzerine sohbet etmek için bir araya geldik.

Militarizm nerede ve nasıl başlıyor? Reddetmek nasıl mümkün olabiliyor? Her Türk asker doğar mı? Kadınlar neden vicdani reddini açıklar? Tüm bu soruları, söyleşi yaptığı ve kaleme aldığı 15 vicdani retçinin hayatına dair gözlemleriyle cevapladı Öğünç.

OKUL ADI KONMAMIŞ BİR KIŞLADIR

- Militarizm askerlik ile başlamıyor esasında, ilkokul sıralarından başlıyor Türkiye'de. Zorunlu eğitimi, zorunlu askerlik ile ilişkilendirdiğimizde ne gibi bir antrenmanı var çocuklar üzerinde?


Militarizm kendisini var edebilmek için düzenli biçimde damarlara zerk edilen milliyetçiliğe ihtiyaç duyuyor mutlaka. Bu ikisinin karışımı bir tür maya gibi. Tutması için de zorunlu askerliğe ve bütün bunları normalleştiren bir eğitim sistemine ihtiyaç var. Herkesin çok dalga geçtiği bir dersti ama Milli Güvenlik dersinde biz basbayağı rütbeleri ezberledik. Milli Güvenlik dersinin olduğu yerde Milli Coğrafya sakil durmuyor, gözüne takılmıyor. Milli Coğrafya ne? Türkiye’nin coğrafyasını anlatmak başka bir şey, erozyonu anlatırken ‘vatan toprağı’ diye anlatmak başka... Hem militarizmin hem milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu iç ve dış düşmanlar, zaten hemen hemen tüm derslere sızmış. Sadece müfredatla ilgili bir mesele de değil. En eğlenilen Beden Eğitimi dersi, sağ-sol- uygun adım marş, rahat-hazır ol öğrenerek başlıyordu. Hâlâ öyle midir bilmiyorum. Bununla başladığın derste, mesela kasadan takla atamamanın, öğrencilere nasıl büyük bir başarısızlık gibi hissettirildiğini çok iyi hatırlıyorum. Adı konmamış bir kışla orası ve kendiliğinden rütbelilerini yaratıyor. Okullardaki birçok ‘ceza’ da kaynağını kışlalardan alır zaten.

- Peki ya müfredatta zaman içinde yapılan değişiklikler hiç mi bir şey değiştirmedi?


Bazı değişiklikler var ama bakış açısının değiştiği söylenemez. Milli Güvenlik dersi kaldırıldı ama içeriğin görünmez militarist tarafı diğer dersler içinde eritildi. İnkılap Tarihi, Türkiye ve Dünya Tarihi dersleri, hatta daha erken yaşlarda verilen Hayat Bilgisi dersleri içinde, haydi militarist tabiriyle söyleyeyim ‘kamuflajlı’ halde duruyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin işleyişi, üniformaların nüansları falan yok. Ama birden kadınların da askere alınması gerektiğine dair bir okuma parçası çıkabiliyor karşınıza. Üstelik son dönemde abartılmış bir Osmanlı militarizmi, Türk-İslam sentezi bir kahramanlık külliyatı var ders kitaplarında. Kılıçlar şakırdıyor, cihanlar fethediliyor... Hâkim ideolojinin militarizmle hiçbir derdi yok. Askeri vesayetle ‘mücadelesi’nin böyle bir sorgulamaya bir lokma yanaşmaması da bunu doğruluyor.

ERKEKLİK MİLİTARİZMİN İLK KAPISI

- Feministler de kendi içlerinde tartışıyor. Kadınlar için vicdani ret ne anlam taşıyor? Feminizm ve militarizm paydasında vicdani ret için neler söyleyeceksin?


Militarizmden konuşmaya girmenin bir ana kapısı da toplumsal cinsiyet rolü olarak erkeklik. Tuğlalardan biri bu. Bu mantıkta savaşta kadının rolü cesur askerler yetiştirmek, sabırla asker yolu gözlemek ve ölümleri mağrur biçimde kabullenmek. Mermi taşıma vazifesini üstlenenler dışında, savaşçı kadın figürü az. Örneğin Sabiha Gökçen, Dersim’i bombalamadan evvel Mustafa Kemal’le konuşurken hem bu eril vazifeyi yerine getirecek bir kadın olmanın gururunu hissettir ama aynı zamanda bombalarken namusunu korumaya dair alacağı önlemlerden söz eder. Bu arada Sabiha Gökçen, Mustafa Kemal’den kadınların askere alınması talebinde de bulunmuş. Mustafa Kemal, “Git Mareşal Fevzi Çakmak’a sor” deyince, ona da anlatmış derdini. Fevzi Çakmak, kadınların yaşamasının bu vatanın varlığı için daha faideli olacağını söylemiş, öyle kapanmış iş.

-Yaşaması için eve gönderilen kadın da adeta ironi, sanki yaşayabiliyormuş gibi. Peki ama diyorlar ki; "Kadınlara zorunlu değilse neyi reddediyorlar?" Buna ne diyorsun?

Sonuçta sokaktaki, evdeki, ordudaki eril şiddetin membası aynı. O yüzden “Size zorunlu değil ki, neyi reddediyorsun?” sorusunu yüzlerce kez duyan kadın retçiler, militarizmin görünmez kollarını konuşabilmeye fırsat verdiği için ayrıca önemli.

DİN VE MİLİTARİZM BİR ÇELİŞKİLER YUMAĞI

- Kitapta dini gerekçelerle vicdani retçi olan Enver Aydemir de var. Dini inancın, vicdani retle kurduğu ilişkiye dair gözlemlerin ne?


Birçok anlamda çelişkiler yumağı... Roma İmparatorluğu döneminde asker olmayı reddedenler olduğu gibi aslen vicdani ret fikrini şekillendiren daha sonraki bir Hıristiyanlık yorumu. Daha doğrusu Hıristiyanlığın özünün bu olduğunu söyleyerek, kiliseyi eleştiriyorlar. Temel dert de kötülüğe karşı güç kullanmadan direnme, şiddetsizlik. Fikir yaygınlaştıkça sekülerleşerek felsefi, politik, ahlaki bir mesele haline geliyor. Tuhaf olanı, bu hakkı hukuken tanımaktan kaçınan ülkelerin vicdani reddi tekrar dinselleştirmeye çalışması. Bu hakkı sadece Yehova Şahitleri’ne tanımak gibi... Hâkim dinden gerekçe kabul edilmiyor çoğunlukla. Enver Aydemir, o böyle demese de ilk ‘imani retçi’ olarak kayda geçti. Dinine saygı göstermeyen bir kurum olarak saydığı TSK’nin neferi olmak istemediğini söylüyordu.

- Muhammed Serdar Delice'yle de görüşmüşsün. Onun ret kararı da benzer şekilde mi?


Reddinde dini gerekçelere de yer veren Muhammed Serdar Delice’nin durumu biraz farklı. Çünkü TSK, askerlikle ilişkisini keserken vicdani reddi telaffuz ederek bir ilke imza attı ama aynı zamanda İslam dininin askerlik yapmaya engel olmadığını beyan etti. Bu ilişki de kocaman bir çelişki. TSK’nin genel olarak dine bakışı malumken kışlanın lafta Peygamber Ocağı olmasını, ‘şehitliğin’ din üzerinden kavramsallaştırılmasını ne yapacağız?

TEMEL BİR İNSAN HAKKINI SATIN ALMAYA "BEDELLİ" DİYORUZ

-Bedelli askerlik için ne düşünüyorsun? Özellikle de, hayatını milliyetçi ya da ulusalcı duygularla yaşayan gençlerin, savaşa ihtiyaç duyan sloganlar atan gençlerin, bedelli askerlik ile askere gitmiyor olmalarını nasıl yorumluyorsun?


Bedelli askerlik konusu ne zaman gündeme gelse kullanılan fiil ‘çıkmak’tır. Bedelli çıkacak mı? Piyangodan çıkar gibi biraz. ‘Bedelli müjdesi’ diye sayısız başlık hatırlıyorum. Bedelli askerlik aslında insanların içinde hâlâ canlı bir kırıntı kaldığını gösteriyor. Askere gitmek istemeyişin açıkça ifade edilebildiği, ayıplanmadan konuşulabildiği dönemler bunlar. Diğer yanıyla da acıklı çünkü temel bir insan hakkını satın almaktan söz ediyoruz. Hükümet pazar esnafı gibi rayiç belirliyor. Kaç kurtarır... Özellikle son bedelli seferinde miktarın çok yüksek olması, üst orta sınıfa yarayan bir imtiyaz haline getirdi bunu. Arzulanan kadar başvuru da olamadı.

ÇÖZÜM SÜRECİ 'ZORUNLU'LUĞU KALDIRABİLİR

-Türkiye, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde imzaladığı üzere 'zorunlu askerlik' dayatamaz. Peki nedir hukuki yolları? Hukuk nasıl dayatıyor askerliği zorla?

Tek uluslararası hukuki kaynak bu da değil. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi de, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu da Türkiye’ye bu konudaki yükümlülüklerini uzun zamandır hatırlatıyor. Aslında anayasanın 72. Maddesi zorunlu askerlik yerine kamu hizmetine olanak tanıyor. Bunun düzenlenmesi gerekli. Fakat aslında Anayasa’nın bu maddesine de aykırı olan Askerlik Kanunu engel oluyor. Şimdi çözüm süreciyle birlikte askerlik süresinin kısalacağına dair işaretler veriliyor; kimi askeri suçların cezalandırılma biçimi değişiyor. Fakat öz aynı, zorunlu askerlik orada duruyor. Sadece ‘İstersek daha az acıtabiliriz’ gibi mesajı veriliyor. İnsanların buna sevinmesi bekleniyor.

-Ayşe Gül Altunay'ın önsözde sorduğu soruyu sana sormak istiyorum; 'Onların itaatsizliği, bizim itaatimize neler söylüyor?’


En güçlü sivil itaatsizlik eylemlerinden biri vicdani ret. Sonra o itaatsizliği bütün hayatına yayıyorsun çünkü. Hem devletle, hem de diğer bireylerle ilişkini nasıl düzenleyeceğine dair bir taahhüt veriyorsun. Fikriyatın çatısını, retçilerin büyük çoğunluğunda antimilitarizm ve savaş karşıtlığı oluşturuyor. Şiddetsizliği düşünmek, otoriteyi sorgulamak, hiyerarşiyi reddetmek, toplumsal cinsiyet rollerini deşifre etmek... İtaat çok katmanlı olarak kalınlaşıyor. Mücadele tamamıyla ilgili.

KİMSE ASKERE GİTMEZSE NE OLUR?

-Peki kimse gitmezse bu asker ocağına neler olur?


Bu bir ütopya. Şu kadarını söyleyebilirim, 90’lar 2000’ler boyunca güçlü bir antimilitarist, savaş karşıtı hareket yükselmiş olsaydı, güçlü bir vicdani ret akımı yaşansaydı, sadece bu bile Türkiye’yi Kürtlere karşı kullandığı güvenlik politikalarını değiştirmeye zorlayabilirdi. Sınırsız bir insan kaynağı var. Güle oynaya askere gidiyor, ölüsü döndüğünde sorgulayan da yok. Ne yaptın oğluma? Bu neyin savaşı? Birçok vicdani retçinin o manifestik ret açıklamalarında doğrudan Türkiye’nin savaşına referans vardı. Kardeşini vurmak istemediği için askere gitmeyi reddettiğini söylüyorlardı.

- Neden olmadı, yükselmedi o hareket?


O yıllar boyunca yalnız bırakılmaları onların suçu değil. Barış İçin Vicdani Ret Grubu böyle doğdu, Kürt Vicdani Ret Haraketi de. Kitapta Kürt Vicdani Ret Hareketi’nden Kemal Acar da anlatıyor, çok coşkuyla yola çıkıldı, her toplantıda 20’şer, 30’ar kişi retlerini açıklıyorlardı fakat bu heyecan çok süremedi. Gerillaya katılan zaten katılıyordu ama katılmayanlar arasında vicdani ret pek karşılık bulmadı, bir savaşa müdahale yöntemi olarak görülmedi. Diğer yandan militarizmin, milliyetçiliğin özellikle diri tutulduğu, biraz geçer gibi oldu mu ateşin üflendiği bu savaş, genel olarak vicdani reddin de, antimilitarizmin de toplumsallaşmasına engel oldu.

-Sosyolojisi ise bambaşka şeylere tekabül ediyor sanırım bu anlattıklarının?


İnsanlar uyuşturulmuş gibi çünkü. O kadar ki bir kez insanlığın geleceğindeki robot askerler tehlikesine dair bir yazı yazmıştım. İnsansız hava araçlarından tam otonom robot savaşçılara geçeceğimiz bir distopyadan söz ediyorum. Bir okur yorumu şöyleydi: “Pınar hanım hep robot askerlerden söz ediyorsunuz, biraz da robot gerillalardan söz etseniz...” Bu, ancak robotlaştırılmış bir algının mahsulü olabilir. Ben neler diyorum, onun aklı nerede...

Vicdani ret olsa Ahmet de askere gitmeyecek

SEVDA AYDIN
EVRENSEL / 8.Haziran.2013

Postacı Ahmet her gün yaptığı gibi yine postaları dağıtmış, arkadaşı Enis’i ziyaret için gazetemize uğramıştı. Beraber yemek yiyip, çaylarımızı alıp dışarı çıktık. Birer sigara eşliğinde sohbete devam edecektik ki birden aklına askerlik sorunu geldi. Gerçi hiç aklından çıkmıyormuş, askerliğini yapmadığı için ‘önünü göremiyormuş.’

Ahmet bunları söylerken masamda duran Pınar Öğünç’ün yeni kitabı “Asker Doğmayanlar”ı hatırladım. Kitabın içindeki tüm hikayelerin demek istediğini, Ahmet bana en yalın ve gerçekçi haliyle yaşayan biri olarak anlatıyordu.

Zorunlu askerlik dünyada farklı şekillerde iyileştirmeleriyle beraber devam ediyor. Türkiye’de ise erkeklerin bu zorunluluğun geldiği boyut tam da Ahmet’in yaşamını saran önünü görememe haline gelmiş durumda.

Yüzyıl önce tüm Avrupa’nın kabul ettiği bu ordulaşma fikri, bunca farklı ekonomik ve siyasi yapıları olan ülkeleri kendisini ayakta tutan yegane güç olması bakımından birleştirebildi. Erkek bedeninin üzerinde tahakküm kurma, aklına ve vicdanına hükmetme devletin ana hedefi haline geldi böylece.

ORDU ÇÜRÜK BİR EVDİR


Dünyada zorunlu askerlik hizmetini tartışmak daha o yıllarda ortaya çıkmış hatta Lev Tolstoy, bu yapıyı derin bir analizle eleştirebilmiş. 24 yaşında katıldığı ordudan dört yıl sonra ayrılan Tolstoy, orduyu çürük bir evin destekleyicileri olarak görür: “Duvarlar dökülüyor; kirişlerle tutturulur. Tavan aşağıya bel vermiş: Bir çatı daha inşa eder. Kirişlerin arasından kalaslar fırlıyor; yeni direklerle destekler. Sonunda ortaya çıkan, ayakta duran ama içinde yaşaması imkansız bir evdir.”

Tolstoy’un deyimiyle bu çürük evin destekçisi olmak istemeyenler de elbette oldu ve Türkiye’de de adını vicdanda buldu. Çünkü askerlik sadece uzun bir süreni zorunlu olarak orduda geçirmek değil, aynı zamanda itaat ve şiddet içeren bir yapıydı. Tanımadığın insanı öldürmen bekleniyor hem de itiraz hakkın olmadan. Sadece askerlik de değil elbet. Bugün Gezi Parkı’nda yaşam alanlarını koruyan, AVM’yi değil, ağacına, ormanına sahip çıkan da vicdani retçi. Çünkü onlarda tek tip yaşam istemiyorlar.

HEPSİ AYNI SÜRECİ YAŞIYOR

Pınar Öğünç, kitabında Türkiye’de vicdani ret tartışmalarının merkezinde olmuş 14 kişiyle röportajlar yapmış. Tayfun Gönül, Vedat Zencir, Yuri, Mehmet Tarhan, İnci Ağlagül, Halil Savda, Ferda Ülker, Enver Aydemir, İnan Mayıs Aru, İnan Süver, Muhammed Serdar Delice, İlyada Erkuş, Hayri Kamalak, Kemal Acar ve Merve Arkun. Bu isimlerin her birinin öyküsü çok farklı. LGBTT’lisi de var, Kürt olanı da, kadın vicdani retçisi de, dini inancı gereği bu hikayenin bir parçası olanı da. Ama hepsi retlerini açıkladıktan sonra hemen hemen aynı süreci yaşıyor. Davalar, tutukluluk süreçleri, zorla tek tipleştirmeler…

KİM ŞEHİT OLACAK?

1990’lı yıllardan bugüne antimilitarist görüşünü vicdani reddini açıklayarak savunanların hikayelerinde ilginç detaylar da var, zorunlu askerlik üzerine önerileri de.

Öğünç, kitabına yazdığı giriş yazısında emekli bir askerin şu sözlerine yer veriyor: “Vicdani ret hakkı diye bir şey olursa o zaman kimse gitmez ki askere. ‘Herkes vicdani retçi olursa kim şehit olacak?’ İşte aslında tam da meselenin ortasında bu ölümler ve şiddet yatıyor. Öğünç’ün de dediği gibi keşke tam da buralardan başlayarak düşünebilsek.

Ahmet’e soruyorum, “Neden bu kadar takıyorsun kafana gitmek o kadar da önemli mi?” “Gitmezsem önümü göremem. Hayatım boyunca hep sorun olur” diyor. Evet sorun olmasa Ahmet için bu kadar, yani vicdani ret diye bir hak çıksa o da gitmeyecek. Ama şimdi bekliyor. “Askere alsınlar ve bir an önce bitsin” diyor.

Evrensel linki için...

Ordu Deyince Akla Fındık Gelse...

MERAL CANDAN
BİA Haber Merkezi / 01 Haziran 2013

Elimde Pınar Öğünç’ün Asker Doğmayanlar kitabı var, yanımda not defterim, okuyorum.

14 vicdani retçinin kendi ağızlarından anlattığı hikayelerine kulak kesiliyorum. Bir vicdani retçinin “Emir alıp vermeyi yaşantıma almamaya niyetliyim” cümlesini okurken, arkadan tanıdık bir ses yükseliyor: “inancın emrettiği bir gerçek, bir vaka, niçin sizler için reddedilmesi gereken bir olay haline geliyor?”

Kitapta ‘emir’ kelimesinin altını çiziyorum. Televizyondaki sesin tonu giderek yükseliyor, öyle ki ekrandan çıkıp, yanıma oturacakmış gibi... Yerimi değiştiriyorum.

Bol bol cümlelerin altını çiziyorum. Fark ediyorum ki en çok kadın vicdani retçilerin cümlelerini işaretlemişim. Bunu Pınar’a sormalıyım diye not ediyorum.

Kitabı bitirdim, sorularımı not ettim. Ama şimdi de Pınar ile görüşecek olmanın heyecanı sardı. Zaten iyi bir röportajcı olan birine nasıl soru sorulur? Soruları ondan mı istesem?

Sinir, stres, heyecan derken işte Pınar karşımda... Biraz yorgun, biraz da sıkılmış bir hali var. Ekşisözlük’te hakkında girilen bir entry geliyor aklıma: “İnsana huzur veren bir sakinliği var”, evet aynen öyle. Sakinleşiyorum ve sohbete başlıyoruz...

Kitapta 14 vicdani retçinin hikayesi var. Bu isimler ulaşabildiklerin mi, bu 14 isim neye göre yer aldı kitapta?


Kitabın çizgisel olarak tarihsel bir hatta olmasını istedim. Çok farklı motivasyonlarla insanlar vicdani retlerini açıklıyor. Bir temsil gücü olsun gayretindeydim. Bu isimler yerine başkaları da olabilirdi.

Benim insanlara ulaşabilirliğim de önemliydi. Konuşmak istemeyenler de oldu. Tekrar o dönemin içine girmek istemediler, çok haklı bir şey.

Kitapta da yazdım zaten, konuşamadığım her vicdani retçi kadar eksik bu kitap. Çünkü kesişen noktalar olduğu kadar hem politik olarak hem de pek çok olaya bakış açısından apayrı insanlar. O yüzden de çok ayrı hikayelerden geliyorlar.

Vicdani ret kavramı ile tanışman nasıl oldu?


İlk önce Osman Murat Ülke’nin vicdani reddini okudum. O zamana kadar Tayfun Gönül, Vedat Zincir daha sınırlı kitlelerin içinde bilinen isimlerdi.

Osman Murat Ülke’nin hem ulusal hem de uluslararası hale gelişi önemliydi ki, Mehmet Tarhan da öyledir. Bu işe en fazla burun kıvıran ana akım medyanın bile haber yapmasını sağladığından tanıştım diyebilirim. Bu arada zaman içinde bu konuya eğilişim, bir akademisyenin tezi üzerine bilinçli çalışmaya karar verişi gibi değildi.

Kitaba gelene kadar pek çok kere yazılarında vicdani retçileri işledin, onlara yer verdin. Bu ilgini canlı tutan şey neydi?


Bir kere çok fazla yüzü var militarizmin. Görünür kısmını hemen işaret edip tanıyabiliyorsunuz ama çok sinsi bir tarafı da var. İşyerlerimize, evimize, okullara ki, oradaki varlığı daha doğrudan onu ayırt edebiliyoruz.

O kadar sinsice sızdığı yerler var ki, mesela Gezi Parkı’nda olanlar... Başka bir şey oluyor gibi ama militarizmin hem sermaye hem de kapitalizmle bir ilişkisi var.

O yüzden kapitalist toplumlarda militarizm daha köklü. Gezi Parkı’nda şu ilgimi çekti, oradaki güvenlik görevlileri ve polisler aslında sermayeyi korumak için biber gazı atıyordu.

Bir ara polisin gücü yetmeyince başka bir seçenek olarak, orada çalışan taşeron şirketin elemanlarına zabıta yeleği giydirdiler. Bu bir üniforma. Zabıtanın militarist gücünü o uyduruk yeleğe geçirmiş oluyorsun ve oradakiler işçi olmaktan çıkıyor, devleti, otoriteyi, sermayeyi temsil eden üniformalılar, muktedirler haline geliyor.

Bu, bana “Deney” filmini hatırlattı. Bu filmde de bir kısmı mahkum bir kısmı gardiyan olan sıradan inşaların yaşadığı dönüşüm anlatılıyor.


Evet, ancak işçiler bundan hoşlanır hoşlanmaz, ayrı bir şey. Onların da maruz kaldığı bir durum olabilir. Burada benim dikkatimi çeken şey, üniformalaştırarak oradaki nizamı sağlamaya çalışmak.

Gezi Parkı’ndaki süreç de bir emir komuta zincirini hatırlatıyor. Birilerini Gezi Parkı’nın geleceğinin nasıl olması gerektiği ile ilgili emri veriyor ve karar başka bir şeye bakılmaksızın uygulamaya geçiliyor. Militarizmin hayatımızdaki yeri bu kadar açık iken bazılarımız görmemeyi nasıl becerebiliyoruz?


Bir feminist yazarın çok güzel bir özeti var. “Militarizm gücünü normalleşmesinden alır” diyor. O kadar şahane bir özet ki…

Bu durum masanın yanında duran sandalye kadar normalleştiğinde, bunun burada ne işi var diye sormazsın ki? Bütün mekanizma militarizmi normalleştirmek üzerine kurulu.

O yüzden militarizm, aslında barış dönemlerine yönelik örgütleniyor. En çok da sivillerin üzerine çalışıyor. Askerlikte bir tür gönüllülük ilişkisi var. O kapalı, dar kutudan çok az hak ihlali sızabiliyor. O gönüllü ilişki ile asker olanlar, o gönüllü ilişki ile kalmayabiliyorlar içerde.

Kitaba dönmek istiyorum. Vicdani retçilerin manifestolarını özellikle mi yayınlamadın?


Bazıları çok uzundu. Bu nedenle birini kitaba alırken birininkini almamak olmazdı. O metinlerden ben kendimce parçalar aldım.

Kitabı yazarken nelerden beslendin, neler okudun, neler izledin?

Öncelikle bir medya taraması yaptım, bu konu haber olarak nasıl yer almış ona baktım. Onun dışında, Ayşe Gül Altınay’ın külliyatı diyeyim. Çarklardaki Kum çok önemli bir derleme. Bunların dışında bir sürü makale okudum. Murat Belge’nin Militarist Modernleşme’si bunlardan biri. Tolstoy’un tamamını okudum. Büyük bir kısmı militarizm üzerine değil ama çok öncü bir metin.

Kitabı okurken kendi adıma pek çok yeni şey öğrendim. Mesela vicdani retçilerin hepsinin antimilitarist gerekçelere sahip olmadığını gördüm.


Evet, haklısın ama pek çoğu öyle. Enver Aydemir dini gerekçelerle vicdani reddini açıklıyor.

Kitapla kendi bilgilerimi güncelledim diyebilirim. Senin bu kitap ile edindiğin yeni bir bilgi ya da geçirdiğin bir dönüşüm söz konusu mu?


Sadece doğrudan konuyla da ilgili değil. Hepsinin hikayelerini dinlemek başlı başına çok öğretici ve ilham verici.

Ancak beni en çok etkileyen şey, hayatlarında kurmaya çalıştıkları tutarlılıktı.

Bir sürü politize yanlarımız olabilir. Bunu hayatına yansıtmak, ne getirirse onu kabullenmek, bu kadar geniş zamanı ipotek altına alan kararlar vermek, çok etkileyici. Bana çok devrimci geliyor.

Biraz da senin söylediğine ek olsun. Birçok vicdani retçi asıl meselenin antimilitarizm olduğunu, asıl çatının o olduğunu söyler. Büyük çoğunluğunun birleştiği nokta orasıdır aslında. Diğer türlüsü eksik kalır.

Haklısın Enver Aydemir’in hikayesini okumak çok öğreticiydi. Antimilitarizm dışında başka bir yerden de gelse aynı noktada buluşabiliyor.

Ve şu çok güzel. Lisede anarşist çevrelerle bağı var ama anlamaya çalışan bir hali de var Enver Aydemir’in. Ne yapmak istediğine karar veriyor, sonra bir gün Osman Murat Ülke ile ilgili bir haber okuyor. Diyor ki, böyle insanca bir şey varmış, bu kadar zamandır bunu akıl edememişim. En basit şey “sizin askeriniz olmayacağım” demek.

Tayfun Gönül ilk kez vicdani reddini açıklandığında tarih 1989 idi. Günümüzde ise bu rakam 200’ün üzerinde. Kitabın bu kişileri ve vicdani ret kavramını daha görünür kıldığı bir gerçek ama neden görmek istemedik şimdiye kadar? Nasıl bu kadar görünmez kılındılar?

Topluma fikir uzak geldiği için ana akım medyanın marjinalleştirmeden, gerçekten anlama kaygısı ile yaptığı haber sayısı çok az. Bunda şunun çok etkisi var bence. Bütün dünyadaki zorunlu askerlik kurumundan vazgeçmemek bir yana koşulları daha zorlaştıran, iç çatışma yaşayan ülkeler var.

Türkiye’nin 30 yıldır yaşadığı savaş, hükümetlerin militarizme yatırım yapmasını gerektirdi. Düşünsenize, ailelerden çocuklarını alıp ölüm tehlikesi olan bölgelere gönderiyorsunuz. Bu ölümün bir anlamı olduğuna bir yatırım yapmak gerekiyor.

Kitapta bazıların hikayelerinden de görüyoruz ki, hayat sadece vicdani retçi için değil, eşi, ailesi için de zorlaşıyor. Bu anlamda eşlerini, ailelerini göremiyoruz belki ama desteklerinin ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyoruz.

Tabii, tabii. Yalnızlaştırılmak üzerine gelişiyor her şey. Bir sürü haktan mahrum yaşamaya zorunlu bırakılıyorsunuz. Kimlik taşıyamıyor, buna bağlı olarak sigortalı çalışamıyorsunuz. Dolayısıyla bunun tüm aile fertlerine yansıyan bir durumu var.

Bu ailelerden biri de İnan Suver’in eşiydi. İnan kaç kere tutuklandığını hatırlamayacak durumdaydı. En fazla yorulanlardan birisidir. Remziye onu iki katı kadar yoruldu diyebiliriz. Çocukları vardı. Bir yandan o cezaevine bir yandan bir diğerine gidiyordu Remziye ve bunların arasında geçimlerini sağlamak durumunda.

Vicdani reddi aile üyeleri kabul etmek istese de toplum baskısı duruyor karşımızda.


18 Myıs’ta Vicdani Ret Derneği’nin yaptığı bir etkinlik vardı. İlk defa bu etkinlikte İnan’ın oğlu Umut konuştu. Daha 12 yaşında ve şunu anlattı:

Bir gün okulda öğretmeni “babası cezaevinde olanlar kimlerdir” diye sormuş. Umut söyleyip söylemek arasında karar verememiş, babası o sırada cezaevindeymiş. Bunu anlattığında Remziye hemen okula koşup, “siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz” diyerek sürece müdahil olmuş. Okul yönetimi özür dilemiş. Bu da antimilitarist bir müdahaledir.

Kadın vicdani retçiler sık sık “kadınlar askere gitmiyor ki vicdani rette ne gerek var” cümlesiyle karşılaşmış. Diğer yandan kadınların desteğinin öneminden bahseden retçiler var. Kadınlar söz konusu olduğunda neden aynı yerde buluşamıyoruz?

Bu vicdani rettin kendini anlatamaması ile ilgili. Çok fazla kanalı olmamış. Sadece zorunlu askerlikle ilişkili bakıldığında, o zaman gerçekten zorunlu olmayan bir şeyin reddi dünyanın en absürd şeyi gibi görünüyor. Ama onların derdi militarizmin her alandaki tezahürü ile…

Tam da bu yüzden senin ne işin var dediklerinde ve kadınlar bunu anlattığında, varlıkları ile bir uyandırma servisi işlevi görüyorlar.

1 milyon asker kaçağının olduğu, çürük raporlarının havada uçuştuğu, bedelli askerliğin müjde diye sunulduğu bir ülkede “her Türk asker doğar” sloganı ne kadar geçerli ve hala nasıl kendine yandaş bulabiliyor?

Bu o kadar net bir çelişki ve kendini o kadar güzel ortaya çıkartıyor ki, gerçekten üzerine kelam etmeye gerek yok. Çünkü eğer öyle ise bunlar neden var diye sormamız gerekiyor? Önsözde de yazdığım şeylerden birisi vicdani ret konusu tartışılırken bir emekli askerin, “bu hak tanınırsa kimse gitmez ki askere” demesiydi.
Aslında bu cümle bir tartışmayı bitirmek için kuruluyor ama tam da başlaması geren yer bu değil mi? Neden kimse gitmez ya da gitmiyor askere?

İçerde kilitli kalmış bir şeyin elinde olmadan ortaya dökülüşüydü. Bu cümle ile zorunlu askerlikten kaçmaya çalışan erkeklerin serüveni de ortaya çıktı.
Vicdani retçilere destek olanların “kimse asker doğmaz, herkes bebek doğar” dedikleri için halkı askerlikten soğutma davaları ile boğuştuğu bir dönemde, bu kitabın da senin için benzer bir süreci başlatacağı kaygısını taşıdın mı?


Tabii ki. Son yargı paketi kapsamında o maddede değişiklik oldu ama içerik aynı bir şekilde duruyor. İki açıdan düşünce ve ifade özgürlüğü önünde engel bu madde.

Hem vicdani redde dair fikir beyan edenleri bundan mahrum ediyor hem de karşındakinin de kendi fikrini oluşturma özgürlüğünden azade olduğunu söylüyor. Korkunç bir hukuki ayıp.

Son derece de keyfi bir şekilde işletiliyor. Bu yüzden isterlerse dava açabileceklerini isterlerse de açmayacaklarını biliyorum.

Mehmet Tarhan “Vicdani ret kabul edilebilecek bir şey ama bunu Elbistan’ın köyünde yaşayan çocuğa nasıl anlatacağını bilmediğin sürece hiçbir anlamı yok” diyor. Bu kitap Mehmet’in bahsettiği anlatım yollarından biri olabilir mi?

Fikri ve hareketi toplumsallaştırmayı becerememekten dilin uzaklığından söz ediyordu Mehmet. Genel olarak muhalif, anarşist her kitlenin dert edinebileceği bir şey. Mehmet tam da bundan bahsediyordu.

Zorlu hikayeler dinliyor, onları yazıyorsun. Bunların arasında zorlandığın anlar oluyor mu ya da nasıl baş ediyorsun?

Bir zorluktan bahsedeceksek şöyle bir yanı var. Bazı konuların anaakımlaşabilmesi için çok az kaynak olduğundan farklı dertlerden muzdarip insanlar size yazabiliyor. Çok haklı bir şekilde ilgilenilmesi ve yer verilmesini istiyorlar. Ben de böyle bir aracılık vazifesinden çok mutlu oluyorum. O köşe bu yüzden var.

Fakat bunun da bir kullanım alanı var. Yetişememe duygusu ağır geliyor aslında. Herkes derdi bir gazetede yer alsın istiyor. Öncelik verme kısmı, zor.

Aslında biraz psikolojik olarak yorulup yorulmadığını merak ediyorum.

Bence samimiyetinizi koruyabileceğiniz kadar bu tür gazetecilik yapmak gerekiyor. Mağduriyetler ve acılar diyeyim, paket haline getirip profeyonelce onları işlemeye başladığınızda bu mesleki dezenformasyona sebep olur. Bence zaten sağlıklı olan etkileniyor olmak. Etkilenmemeye başladığınızda bırakmak gerekiyor.

Gazetecilik dışında bir bölüm okuduğunu biliyorum. Hep yapmak istediğin bir şey miydi, yoksa hayat öyle mi gelişi?


Hep yazarak bir şeyler yapmak istediğimi biliyordum. Nokta ile başladım daha sonra haftalık dergilerde, yayınlarda devam ettim. İnsan hikayeleri yazdım. Gazeteciliğin edebiyata yakın olan kısmı, gerçek manada röportajlar ve üzerine benim de bir şeyler katabileceğim metinler ilgimi çekti.

Ercan Kesal bir derste şöyle demişti: “Senarist, insanların yanından geçip gittiği şeyleri gören kişidir.” Senin de az önce bahsettiğin gazetecilik de bununla örtüşüyor. Öyküler yazdığını tahmin ediyorum, yazar mısın?

Bir süredir yeni hikaye yazamadım ama planladıklarım var. Zaten gazetecilik dışındaki bir sonraki işimin hikayelerimi toplamak olduğuna karar verdim. Eski yazdıklarımı ama hala sevdiklerimi ayıklayarak, yakın zamanlarda yazdıklarım ve yazmayı planladıklarımdan oluşan bir kitap düşüncem var.

Ne tür hikayeler yazıyorsun?

Gerçek hikayelerin içindeki fanstastik durumlar benim ilgimi çekiyor. Cortazar severim, bu tarife uyar uymaz, Sait Faik severim. Fazla sirk atraksiyonu olmayan hikayeleri ki, Cortazar onlara hayat pıhtıları der. Onları seviyorum.
Pınar ile ayrılmadan önce elimdeki kitabı ona uzatıyorum. Adettendir, imzalamasını istiyorum. Kırmıyor ve şu satırları yazıyor: “Ordu deyince akla fındık gelse çok şahane olmaz mıydı?” (MC/YY)

Bianet linki için...

Asker Doğmayanlar

TUĞÇE TATARİ
AKŞAM / 26 Mayıs 2013

Gazeteci Pınar Öğünç, Hırant Dink Vakfı’ndan çıkan ‘Asker Doğmayanlar’ adlı yeni kitabında 14 vicdani retçinin karar aşamasını ve sonucunda yaşadıklarını kaleme almış.
Öğünç, bir çoğumuzun üzerine düşünme zahmetinde bile bulunmadığı, oysa ciddi bir insan hakları meselesi olan vicdani ret gerçeğini olanca ağırlığı ile önümüze sunmuş.
Kaçmayı, görmezden gelmeyi neredeyse imkansız hale getirmiş.
Kişilere kendi seçimlerini anlattırmış ve bir insan neden askere gitmek istemeyebilir sorusunun cevabını
verdirmiş.
Buyrun ‘Asker doğmayanlar’a biraz beraber bakalım.
Yazıyı okumaya devam etmeden önce bilmeniz gereken; ‘Vicdani ret’ en basit anlatımı ile kişinin herhangi bir nedenden dolayı askere gitmeyi ret etmesidir. Bu küçük bilgi notundan sonra konuya devam edebiliriz.
Türkiye’de vicdani retçi olmak ömür boyu sürecek zorlukları da göğüslemek demektir.
Hem zorluklara göğüs germek
hem de yaşadıklarınızı dinlemek, sesinizi duymak isteyen kimseyi
bulamamaktır.

***

Tayfun Gönül, Vedat Zencir, Yuri, Mehmet Tarhan, İnci Ağlagül, Halil Savda, Ferda Ülker, Enver Aydemir, İnan Mayıs Aru, İnan Süver, Muhammed Serdar Delice, İlyada Erkuş, Hayri Kamalak, Kemal Acar ve Merve Arkun. Bu isimler, neden vicdani retçi olduklarını Asker Doğmayanlar’da anlatmış.
Ülkenin yapısı bir kere daha ama bu sefer vicdani retçilerin dilinden gözler önüne serilmiş.
Kitabı okurken, anlatılanlardan yola çıkıp ister istemez kendi çocukluğunu da hatırlıyorsun. Televizyon yayını biterken okunan istiklal marşları, her fırsatta duyulan postal sesleri, ilk okuldan başlayan ve üniversiteye kadar süren, askeri dil kullanılarak sıraya sokulmalar, hiza almalar, bayrak merasimleri. Türk demek asker doğmak demek neredeyse. Türk erkeği için vatanını korumak ‘namusunu’ korumakla eş değer. Namus zaten başlı başına sıkıntılı bir mesele...
Türk erkeği için askerlikten ‘kaçması’ sadece kendisinin değil ailesindeki tüm erkeklerinin cinsiyetini, varlığını, ikdidarını, şerefini ve namusunu inkar etmesi demek anlamına geliyor.
Böyle bir ortamda ‘ben askerlik yapmayacağım’ demek kimine göre büyük cesaret kimine göre ise büyük korkaklık. Ama şunu gözardı etmemek gerekir ki; bu kararın sonucunda sadece dışlanma ve aşağılanma yaşamaktan söz etmiyoruz. Akabinde baskı, hapishane ve hatta işkenceyi getiren bir seçimden söz ediyoruz. Ve bunu savaşmak istemediği, asker olmayı reddettiği için yaşayan insanlardan. Dünyanın birçok ülkesinde insanların asker olmama hakkı varken hala Türkiye’de bu bir zorunluluk. Oysa insanlar dini, ahlaki, politik sebeplerle askerliği ret edebilir. Bana göre sadece kendini uygun bulmadığı, istemediği için bile askerlik yapmaya itiraz edebilmelidir... Zorunlu askerlik sistemine karşı çıkabilmeli ve sırf itiraz etti diye cezalandırılmamalıdır.

***

Modern toplumlarda insanlar meslek tercihini kendi yapar, askerlik de bir meslektir. Herkes her mesleğe uygun değildir diyorsanız veya tam tersi askerlik yapmamayı eksiklik, korkaklık, yumuşaklık kabul ediyorsanız mutlaka Pınar Öğünç’ün ‘Asker Doğmayanlar’ını okuyun. Okuduktan sonra düşünceniz değişmeyebilir. Ama düşünceniz farklı düşüncelerle tanıştığında daha sağlam temellere oturacaktır inanın.

Tuesday, May 28, 2013

‘Vicdani redde karşı olanlar önce retçileri dinlesin, sonra konuşalım’

ONUR EREM onurerem@birgun.net
BİRGÜN / 26 Mayıs 2013

Kimi anaşist, kimi Müslüman, kimi de kışlada şüpheli bir şekilde ölen bir askerin babası... Gazeteci Pınar Öğünç’ün çok farklı geçmişlere sahip, ayrı yollardan gelip vicdani rette buluşan 15 kişinin hikayesini aktardığı Asker Doğmayanlar kitabı geçen hafta yayınlandı. Öğünç ile kitabın hazırlanışı, Türkiye’deki militarizm ve toplumun vicdani ret algısı üzerine konuştuk:

>> Kitabın giriş yazısında “Yaşanan hukuksuzluklar nedeniyle Balyoz ve Ergenekon davaları gerçek bir militarizm tartışması yürütülemedi” diyorsunuz. Eğer bu hukuksuzluklar yaşanmasaydı militarizm tartışması yürütülebilir miydi sizce?

İhtimali vardı. Düzgün yürütülen bir soruşturma ve yargılama süreci yaşansaydı mümkün olabilirdi. Türkiye o fırsatı kaçırdı. Acıklı olan bir başka şey de hukuksuzluklardan konuşulurken içindeki militarizm uyanan insanlar olmasıydı.

>> Bu fırsat bir daha gelir mi?

Şu anda içinde “militarizm” hiç geçmeyen bir kamplaşma oluşmuş durumda. Bilmiyorum o aşamaya tekrar gelebilir miyiz. Toplumlar kendini sürekli yeniler, göreceğiz.

>> Vicdani ret kavramıyla ilk olarak ne zaman tanıştınız?

Birçok vicdani retçi kendi hikayesi içinde ilk önce böyle bir karar verdiğini, sonradan adını koyduğunu anlatıyor. Bu çok ilginç aslında. Çok daha sonra ‘bunun bir adı varmış’ diyenler var. Bunu fark etmelerine yol açan da genellikle o kibrit kutusu kadar, küçücük gazete haberleri. Konuştuğum o kadar fazla insan Osman Murat Ülke’nin davasını andı ki. Sanırım benim de duyduğum ilk retçi oydu. İlgimi çeken bir politik beyandı. Zaman içinde fikrin altını dolduruyor insan. Ama bu kitabı hazırlarken de çok şey öğrendim. Yalnızca anti-militarizme değil, hayata dair de... Zaten vicdani reddin güzel olan yanı, felsefi bir çağrısının da olması. Bu beyanla hayatınızı bir tutmayı, devlet ve bireylerle ilişkinizi ona göre kurmayı öneren bir politik duruş.

>> Militarizme dair düşünceleriniz neler? Sizi bu kitabı hazırlamaya yönelten şey neydi?

Her şeyden önce bir yurttaş olarak militarizmle ilgili meselem var. Kendi jargonundan konuşarak söyleyeyim, militarizmin bir sürü cephesi ilgimi çekiyor. En görünür anlamıyla askeri okullardaki hak ihlalleri de, subayların daha yeni 10 yıla düşen mecburi hizmet süresi de, bütün o kapalı kutunun içinde dışarı çıkamayan her türlü hak ihlali de, vicdani ret de, savunma harcamaları da, OYAK diye bir kurumun olması ve salça üretmesi de... Dünyanın en saçma şeyi değil mi? Salçayla birlikte memleketin çimentosunun bir kısmını da orduya bağlı bir kurum üretiyor. Bir de hiç kendini gösteremyen militarizm var. Bu mekanizmanın gücü karşısında vicdani ret tek başına dikildiğin büyük bir hareket gibi geliyor bana: Çok samimi, politik, dönüştürücü.

Bu kitap için konuştuğum bazı vicdani retçileri tanıyordum daha önce bu konuda yazdığım için ama böyle uzun uzun söyleşmek başka bir şey oldu. Derdim hem meramlarını kendi cümleleriyle anlatabilmeleri, hem de bizim doğrudan militarizmle ilişkili görmediğimiz hayat alanlarını serebilmeye çalışmaktı. Mesela 15 yaşında vicdani reddini açıklayan ve muhtemelen dünyanın en genç vicdani retçisi İlyada Erkuş’un vicdani reddini açıklamadan önce liselerdeki ilk kantin boykotunu düzenleyen ekipte olması tesadüf değil. Oralardan geçtiği için Ceylan Önkol’u anarak ret beyanında bulunuyor. Ya da mesela davalar nedeniyle en çok ismini duyduğumuz retçilerden Mehmet Tarhan’ın okuldan mezun olmuş genç bir veteriner olarak doğuya mecburi hizmet için gönderilmiş olması ve 90’ların başında Diyarbakır’da Lice yakılırken bulunmuş olması... Bütün o 90’lar karanlığının içinde genç bir insan olarak var olmasının da sonradan gireceği yola etkisi var.

>> Konuşacağınız vicdani retçileri neye göre seçtiniz? Farklı akımlardan gelen retçilere yer vermeye mi önem verdiniz yoksa en dikkat çekici hikayelere mi odaklanmak istediniz?

Vicdani ret çok kişisel bir beyan. Herkes altını farklı şekillerde doldurarak o noktaya gelebilir. Ben de mümkün olduğunca o farklı motivasyonları gösterebilecek isimler olmasını diledim, ki vicdani redde çok uzak veya önyargılı biri okuduğunda aslında ne kadar renkli bir politik dünya ve söz alemi olduğunu fark edebilsin. Girişte de yazdım, bu kitap görüşemediğim her vicdani retçi kadar eksiktir. Herkesin hikâyesi farklı çünkü.

>> Gelecekte bu kitabı yeni vicdani retçilerle genişletmeyi düşünüyor musunuz? Gelecekte başka çalışmalarınız olacak mı vicdani retle ilgili?

Genişletmek açıkçası üzerinde düşündüğüm bir fikir değil. Bu mesele üzerinde yazmaya devam edeceğim çünkü önümüzde çok şey var: Vicdani retle ilgili yasal düzenleme, kamu hizmetinin neye benzeyeceği, total retçilere ne olacağı. Vicdani ret hakkının olduğu çoğu Avrupa ülkesinde temel tartışma bunun üzerinden yürüyor. Total retçiler sivil hizmetin de militarizme hizmet ettiğini düşünüyor. Bunlarla birlikte profesyonel orduyu da tartışacağız.

>> Vicdani ret kavramıyla tanışmamış insanlara Asker Doğmayanlar’ı nasıl anlatmak istersiniz?

Hep sıkıştırılmak istenen algı vicdani retçilerin zorunlu askerlikten kaçtığı şeklinde. Bu insanlar ‘Off askerlik çok ağır’ diyerek ya da tembelliklerinden bu kararı vermiyor. Hayatın birçok alanına giren militarizme dair sözleri var. Bu kitap onu anlatabilsin isterim. Şimdi başka bir evreyi konuşuyor olabiliriz ama bu ülkede yıllarca zorunlu askerlik demek savaş ve çatışma demek oldu. Bütün torpillerin ‘doğu çıkmaması’ için kullanıldığı bir dönemdi. O sıcak dönemde doğrudan bu savaşa dair tavır almış retçileri tanımaya vesile olsun isterim. En önemlisi vicdani retçileri kendi cümleleriyle dinlemelerini isterim. Bu söyleşiyi de okumayı bıraksınlar, vicdani retçileri dinlesinler. O kadar itiraz edilemeyecek insani ve hakiki noktalardan anlatıyorlar ki... Ondan sonra konuşmaya başlayalım.

***

>> Vicdani ret konusunda hem köşenizde hem de bu kitapta yazdıklarınızla halkı askerlikten soğuttuğunuzu düşünüyor musunuz? Halkı askerlikten soğutmak, askere gidecek insanların fikrini değiştirmek istiyor musunuz?

318. maddedeki soğutma fiili artık kalktı aslında ama içerik aynı. İnsan olarak da, gazeteci olarak da bir fikri dikte etmeyi tuhaf bulurum. Bu yasa maddesi en başta böyle bir önkabul üzerine kurulmuş. Bu minvalde laf edenin düşünce ve ifade hürriyetini ihlal ettiği gibi, karşı tarafınınkini de yok sayıyor, zekasını, algısını, muhakeme yeteneğini küçümsüyor. Kendi başına karar veremez gibi. Ben bu kitap vesilesiyle, gerçek insanlar üzerinden militarizmi, vicdani reddi anlatmaya çalışıyorum. Okuyanların fikirlerini değiştirebilmesi, bazı şeyleri bir kez daha düşünmesi elbette ki gönlümden geçendir.

>> Asker Doğmayanlar kitabı nedeniyle size dava açılabileceğini, ceza alabileceğinizi düşünüyor musunuz?

Türk Ceza Kanunu’nun 318. maddesi düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde öyle bir ayıp ki. Bir yandan da keyfiyetle işletilen bir madde. İsterlerse açabileceklerini, istemezlerse açmayacaklarını biliyorum ama bu düşünülerek iş yapılmaz. Önemli olan militarizmle birlikte, onun muhafızı gibi yasalara sokulmuş olan 318. maddeyi de tartışmaya açabilmek.

>> Kendinizi vicdani retçi olarak tanımlıyor musunuz?

Ben vicdani retçi değilim, bu hakkı savunmak için vicdani retçi olmaya da gerek yok zaten. Vicdani reddimi açıklayabilirdim de, ama bunun kitapla ilgisi yok.

***

>> Daha önce vicdani ret konusunda yazılmış kitaplar olmuştu. Sizin kitabınız önceki çalışmalardan nasıl farklılaşıyor?
Daha önceki kitaplar daha akademik çerçevede, kuramsal bir bakış açısıyla ya da tarihsel dökümüyle ele alıyordu vicdani reddi. Retçilerin kendini anlatabildiği gazete, dergi söyleşileri, belgeseller de var. Sonuçta dünyanın en acayip işini yapmış değilim ama bu retçilerin söz aralıklarını daha geniş tutabildikleri bir iş oldu. Bir de ismi daha önce hiç duyulmamış vicdani retçilere de yer veriyor bu kitap. Bazı retçiler davaları nedeniyle, haklı bir şekilde daha çok yer almıştı medyada. Bu isimler dışında, yargısal cendereye hiç girmemiş ama sosyal olarak bunun sonuçlarını yaşayan yüzlerce vicdani retçi var bu ülkede. Bu yüzden sadece sivrilen isimlerden oluşan bir kitap olmamasına gayret ettim.

***

>> Yıllardır medyada yer alan biri olarak vicdani ret konusundaki tartışma atmosferinin zaman içinde nasıl değiştiğini düşünüyorsunuz? Bugün geldiğimiz nokta bir ilerleme sayılabilir mi?
Toplumların evirilişine baktığınızda 4-5 yıl çok küçük zaman dilimleri gibi gelebilir ama sadece bu zaman dilimlerinde bile retçilere atfedilen o ‘marjinal’ sıfatının gittikçe zayıfladığını gelen okur tepkilerinden de görüyorum. Bu fikre karşı olanların çok temel yaklaşımlardan biri ‘kimse askere gitmezse kim şehit olacak?’. Bu o kadar temel bir soru ki, bunu vicdani redde karşı olan birinin sorması ve tartışmaya buradan başlamamız çok güzel aslında. Ya da vicdani retle ilgili bir TV programında sanırım emekli bir asker söylemişti ‘Böyle bir hak olursa kimse gitmez ki askere’ diye. E, bunu düşünelim o zaman, çok doğru söylüyor. Algıda bir değişiklik olduğunu yazdıklarıma gelen tepkilerde de açıkça görüyorum. Onun dışında son dönemde kışlalardaki ölümlerin, keyfi muamelelerin, asker intiharlarının gündemleşmesi de önemli bir faktör oldu. Kitapta da var, oğlunu bu şekilde kaybeden bir baba da vicdani reddini açıklayabiliyor. Hayri Kamalak çok önemli bir iş yaptı. O konuşurken, bize susmak düşer. Çünkü oğlunu davullu zurnalı yollamış bir insan. Gerçekten hepimiz susalım ve onu dinleyelim.

***

>> Vicdani ret mücadelesine destek vermek isteyenlere ne gibi tavsiyeleriniz olur?
Bu yıl 15 Mayıs Dünya Vicdani Retçiler Günü’nde kurulan Vicdani Ret Derneği’ne üye olmalarını tavsiye ederim. Dernek vicdani ret mücadelesi için çok önemli. Desteklemek için vicdani retçi olmaya da gerek yok.

Birgün sayfası için...

Bu kitap görüşemediğim her vicdani retçi kadar eksiktir

ALİ DENİZ USLU
CUMHURİYET DERGİ / 26 Mayıs 2013

Pınar Öğünç “Asker Doğmayanlar” kitabında 14 vicdani retçinin hikâyesini konu ediyor. Ögünç’e göre buluşulan ortak payda aynı olsa da çok farklı yollardan geçerek vicdani retçi oluyor insanlar. Kimi bizzat askerliği tecrübe ederek, kimi politik, kimi ahlaki, kimi dini gerekçelerle...

Pınar Öğünç’ün Hrant Dink Vakfı tarafından yayımlanan kitabının ismi “Asker Doğmayanlar”. “Vicdani ret” çok menem bir konu. Çünkü vicdani retçiler zorunlu askerliği reddeden, militarizmi sorgulayan ve bu uğurda çok ağır bedel ödeyenler. Bu arada bir de hatırlatma Türkiye’de ilk kez Vicdani Ret Derneği geçen hafta kuruldu. Öğünç de vicdani retçilerin zorlu hikâyelerini bir araya getirdiğini anlatıyor ve ekliyor; “vicdani retçiler hayata dair bir çağrıda bulunuyorlar. Sözleri de, hâlâ sağ olup da bir gün bu biçimde ölebilecekler için!”

- Kitapta 14 isim var, isimleri nasıl belirlediniz?

- Buluşulan bir nokta olsa da, çok farklı yollardan geçerek vicdani retçi oluyor insanlar. Kimi bizzat askerliği tecrübe ederek, kimi politik, kimi ahlaki, kimi dini gerekçelerle... Herkesle uzun uzadıya görüşmek istiyordum, bunun da bir kitap hacmine göre sınırı var. Bu farklı yolları olabildiğince yansıtabilecek isimlerle görüşmeye gayret ettim. Herkes ayrı bir ucundan anlatıyor. Girişe de yazdım, bu kitap görüşemediğim her vicdani retçi kadar eksiktir.

- Sizi en çok etkileyen hikâye neydi?


- Birini diğerinden ayıramam. Hepsinden ayrı bir şey öğrendim. İlla vicdani retle, militarizmle doğrudan alakalı şeyler değil. Hayata dair gösterdikleriyle ilham vericiydiler.

- Zorlandığınız anlar oldu mu?


- Örneğin İnan Suver’in şimdiye kadar kaç kez cezaevine girdiğini, nerede, ne kadar kaldığını hatırlayamaması söyleşi sırasında beni zorlasa da, meselenin kendisini çok iyi anlatıyor aslında. Güncel bir konu olduğundan sürekli yeni gelişmelerin olması, davası sürenlerin, yeni dava açılanların son durumlarının güncellemesini yapmak bir tür zorluk olabilir belki...

- Görüşmeyi kabul etmeyenler de oldu mu?

- Vicdani ret tarihi açısından önemli olduğundan görüşmeyi ayrıca dilediğim ama tekrar o dönemlere dönmek, her şeyi tekrar anlatmak istemeyen bir-iki retçi oldu. Haklılar, buna da hiçbir şey denemez.

- Korktuğu, baskıdan çekindiği için “vicdani ret”i dile getiremeyenlerin sayısının yüksek olduğunu düşünüyorum. Siz çalışmanız boyunca nasıl bir harita çıkardınız?

- İnsanlar baskıdan çekinmekte haksız değiller. Fakat şu da var, imza attığı uluslararası anlaşmalar yüzünden er ya da geç Türkiye’nin düzenlemek zorunda kalacağı bir hak bu. Hatta 82 Anayasası’na göre de tanımlı bir hak. Farkında bile değiliz. 72. madde askerlik hizmeti için “Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir” diyor. Mesele bunun şimdiye kadar düzenlenmemiş olmasında, bu hakkı görmezden gelen Askerlik Kanunu’nda. Daha bir de düşünce ve kanaat hürriyetini düzenleyen 25.-26. maddeler var. Yani o kadar doğal bir hak talebi ki bu, marjinal bir çabaymış gösteriliyorsa, bu ‘doğallığının’ fark edilmesinin istenmemesindendir. Ve evet haklısınız, belki insanlar sesli olarak başka bir şey demek zorunda bırakılıyor ama içlerindeki ses başka bir şey söylüyor. Hayata dair bir çağrıda bulunuyorlar. Sözleri, hâlâ sağ olup da bir gün bu biçimde ölebilecekler için. Bu yüzden sorgulayalım diyorlar. Bunu kim yabana atabilir?

- Hikâyeler arasında Hayri Kamalak’ın yaşadıkları daha farklı. Zira oğlunu şaibeli bir şekilde kaybetmiş.


- Evet, 2009’da oğlu Volkan’ın birliğinde atış talimi sırasında intihar ettiği söylenmiş. Ama birçok detay Volkan’ın ailesini ikna etmiyor. Babasının anlattığına göre çok isteyerek askere giden ve hayatla bağı çok kuvvetli bir çocukmuş Volkan. Davayı AİHM’ye de taşıdılar. Bütün hayatlarını değiştiren bu olaydan sonra Hayri Bey vicdani redden haberdar olarak reddini açıklamış. Artık bütün çabası hem Volkan’ın anısını yaşatmak, hem kışlalardaki bu şaibeli ölümlere dikkat çekmek. Benzer biçimde mağdur olmuş aileleri bir araya getirmek için uğraşıyor. Vicdani reddiyle de askerlik kurumuna dair bir mesajı var. Çok önemli bir iş yapıyor.

- İntiharların “şehitlerden” fazla olduğu açıklanmıştı. Bu da medyanın görmezden geldiği bir gerçek.

- Kışla içindeki ölümlerde bana en tuhaf gelen şey, sonrasında “Başka bir şey değil, intihar...” gibi açıklamalar yapılması. Tamam bazılarının gerçekten intihar olduğunu da biliyoruz. Ama bu genç insanlar ölümü tercih edecek neler yaşıyor orada, yine çok sorgulamıyoruz. “İntiharsa, tamam o zaman...” mı denmesi gerekiyor? Bu normal mi? Zorunlu askerlerin dışında, birçok rütbelinin de intiharı seçecek noktaya geldiğini biliyoruz rakamlardan. Asker intiharları militarizmin cinayetleridir sonuçta.

- Tepkiler gelecektir, tepkileri nasıl yorumluyorsunuz, memleketin hali ortada?

- Bu soruya, sizin sorunuzdan bir parçayla cevap vereyim. Evet, memleketin hali ortada. Tüm bunların üzerine, ancak doğruyu ölümden, savaştan yana görenlerin tepkisi olur.

- Vicdani ret hareketinin geleceği üzerine neler düşünüyorsunuz?

- Vicdani retle ilgili bir yasal düzenleme yapılması bu mücadelenin sonu değil. Ondan sonra yerine önerilen sivil hizmetin neye benzeyeceğini tartışacağız. Ne kadar süreyle, ne kadar cezalandırıcı olacak. Vicdani reddin bir hak olarak tanındığı ülkelerde tartışma total ret üzerine kurulu. Total retçiler, militarizme hizmet olarak gördüklerinden zorunlu askerlik yerine önerilecek sivil hizmeti de reddediyor. Türkiye’deki vicdani retçilerin bir kısmı total retçi. Fakat daha bunu konuşmaya sıra gelemedi. Vicdani Ret Derneği’nin bu yıl 15 Mayıs’ta kurulmuş olması önemli. Gelecekte hem retçilere destek, hem de bu tür tartışmaları merkezileştirmek açısından mühim bir rolü olacak.

- Kitapta bir de lüzumlu bilgiler bölümü var. Okuyucunun buna ihtiyacı olduğunu düşündünüz değil mi?


- İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden anayasaya, konuşurken geçen yasa maddelerinden oluşuyor daha çok o bölüm. Haklarımızı bilelim diye...

Cumhuriyet Dergi sayfası için..

Friday, May 24, 2013

'Militarizm düzenli biçimde sulanan bir bitki'

İPAK İZCİ
RADİKAL / 22 Mayıs 2013

Önce isimlerini tek tek sayalım: Tayfun Gönül, Vedat Zencir, Yuri, Mehmet Tarhan, İnci Ağlagül, Halil Savda, Ferda Ülker, Enver Aydemir, İnan Mayıs Aru, İnan Süver, Muhammed Serdar Delice, İlyada Erkuş, Hayri Kamalak, Kemal Acar ve Merve Arkun. Bu 14 isim, neden vicdani retçi olduklarını; ret sokağına nasıl girdikleri üzerinden anlatırken; konunun kıyıda köşede kalmış noktalarını da paylaşıyor, ‘Asker Doğmayanlar’da… Gazetemiz yazarı arkadaşımız Pınar Öğünç’ün geçen yıl nisan-ağustos arası yaptığı röportajlardan oluşan ‘Asker Doğmayanlar’ kitabı, geçen hafta, Hrant Dink Vakfı Yayınları’ndan çıktı. Pınar, kitabına bu ismi vermesini, “Militarizmin mitolojisi her Türk’ün asker doğduğu üzerine kurulu” diyerek açıklıyor, “Asker Doğmayanlar sadece vicdani retçileri işaret etmiyor aslında, biziz o. Hiçbirimiz asker olarak doğmadık. Retçiler de varlıklarıyla bunu hatırlatıyor.”

Pınar için yayına hazırlandığı süreç ise her şeyden önce aydınlatıcı ve hayata dair ilham verici olmuş. Kafasından gitmeyen sahneler olduğunu ve bunları bir roman, bir film gibi hatırladığını söylüyor. Misal; Enver Aydemir’in askere gitmemek için kendi bacağını vurmaya karar verişi ama önce son bir tatil için Kuşadası’na gidişi... Çocukluğu babası nedeniyle asker lojmanlarında geçen Ferda Ülker’in seneler sonra oraya, askeri cezaevinde bir vicdani retçiyi, Osman Murat Ülke’yi ziyarete gidişi... İnan Suver’in bir gün cezaevi çatısına kaçıp sigara içerek etrafa, gökyüzüne baktığı anı anlatışı... İlyada Erkuş’un 15 yaşında vicdani reddini açıklarken “Ceylan Önkol benim yaşımdaydı, arkadaşım olabilirdi” diye söze başlayışı... Pınar Öğünç, ‘Asker Doğmayanlar’ı anlatıyor…

14 vicdani retçiyle röportajlarının yer aldığı bir kitap yayımladın. Sen vicdani retçi misin?

Hayır, değilim. Bu hakkı savunmak için illa vicdani retçi olmak da gerekmiyor.

Peki vicdani reddin senin için ilgi çekici yönü nedir? Ailende asker var mı mesela?

Hayır, yok. İlk hatıraları televizyonda birtakım üniformalılar görmek olan, 80’lerin sonuna doğru ilkokula başlamış, herkes gibi o ‘milli’li müfredattan geçmiş bir insanım. Beden eğitimi denilen sözde en eğlenceli derste neden sağ-sol uygun adım yürütüldüğümüzü, ‘kıta dur’lu bayramları insan sonradan başka türlü değerlendiriyor. Mesela Milli Güvenlik dersinde tek sorunun rütbeleri ezberlemenin zorluğu olmadığını... Militarizmin gücü ilgimi çekiyor. Sadece vatandaş olmaktan doğan bir akite dayanarak sana belki hayatta asla yapmayı tercih etmeyeceğin şeyler yaptırabiliyor devlet. Sen olmaktan çıkarabiliyor. Zamanını, senin hayatını almayı kendinde hak görebiliyor. Bu zorunlu askerlikle ilgili olan kısmı, bir de bir dizi hak ihlalinin azının dışarı sızabildiği profesyonel askerlerin dünyası var. Bu muazzam güç karşısında vicdani reddi çok devrimci bir hareket olarak görüyorum. Kendi hayatında, kendi hayatınla yapıyorsun devrimi.

O devrimi anlatır mısın biraz, vicdani reddini açıklamak ne demek, nasıl yapılıyor?

Beyanın kamusallaşması önemli, yoksa sadece asker kaçağı olunuyor. Hani üç resim, bir ikametgâhla, şuraya gibi bir kuralı yok. Neden askerlik yapmayacağınızı, neden vicdani retçi olduğunuzu kayda geçiriyorsunuz önce. Birer manifesto aslında bunlar. Sonra bunu Milli Savunma Bakanlığı’na faks çeken de var, Meclis’e de. Askerlik şubesine giderek beyan edenler oluyor. Onun dışında daha çok etkinliklerde toplu ret açıklamaları yapılıyor. Bu insanlara iyi gelen de bir şey. Ben kitabı bitirdikten sonra bile üzerine 10’dan fazla retçi eklendi mesela. Artık eskisi gibi değil; mahkeme kararı olmadan asker kaçağı sokaktan alınamıyor. Bu bir ‘kabahat’ sayıldığından önce bir para cezası var, ikinci kez aynı kabahati işlediğinizde dava açılma ihtimali var. Temel sorunlardan biri vicdani retçilerin, bu konuda konuşanların, yazanların eskiden ‘halkı askerlikten soğutma’ diye anılan suçu işlemekle itham edilebilmeleri. 318. Madde yeni yargı paketinde bir revizyona uğradı fakat neredeyse sadece ‘soğutma’ fiili değişti. Düşünce ve ifade özgürlüğünün apaçık ihlali olan bu madde bir ayıp olarak duruyor öyle.

Beyanı kamusallaştıktan sonra nasıl bir hayat söz konusu?

Hukuken neler olabileceğinin bir seyri var. Ama herkesin tecrübe edişi farklı. Bazı erkek retçiler, özellikle de bir biçimde birliğe alınmış olanları, ‘yargı döngüsü’ denen kıskaca giriyor. Çünkü birliğe adım attığı andan itibaren üniforma giymemek ayrı, bir emri yerine getirmemek ayrı dava konusu. Hiç ‘asker’ olmayanlar, firari yaşayanlar var. Onun dertleri ayrı. Ama hiçbirini yaşamayanlar da mevcut.

“Laik bir orduda görev alamam” diyerek dini inançları gereği vicdani reddini açıklayan var. “Emir alıp-vermek istemiyorum” diyen, başkasının disiplini altına girmeyi reddeden. “Kardeşime kurşun sıkmam” diyen Türkler, “Kendi vatandaşıma silah doğrultmam” diyen Kürtler… Ve her ne kadar kitapta örneğini görmesek de eminim sevdiğinden ayrılmamak, kariyerine ara vermemek isteyenler de vardır, dünyanın bir yerinde. Bu insanları, bütün farklılıklarına rağmen hangi noktada birleştirirsin?

Evet, hepsi var. Birleştikleri nokta, öncelikle bir zorunluluğa karşı duruyorlar, bunun hesabını soruyorlar. Sonra dert bizatihi militarizmle. Silaha dokunmamak için, şiddetten uzak durmak için, savaşmayı reddetmek için bir o kadar daha neden bulunabilir. Bazı konularda ayrılabiliyorlar ama mesela tüm bu insanların buluştuğu bir slogan var: “Biz orduya sadece fındığa gideriz.” Dünyanın en güzel sloganlarından biri olsa da Türkçe kalmaya mahkûm, başka bir dile çevirilmesi çok zor.

Dert militarizmle ama gerçekçi olalım, militarizmin kökü ne Türkiye ’de ne dünyada asla kurumayacak.


Tolstoy’un 1800’lerin sonunda kötülüğe karşı güç kullanarak direnmeme felsefesini, Hıristiyanlık’la savaş arasındaki çelişkiyi, aslında bizatihi vicdani reddi anlattığı bir kitabı var. Çok ilginç, Tolstoy’u o dönem tarihi bilmemekle, cehaletle suçlayanlar, çok naif bulanlar çıkıyor. Eyfel Kulesi yeni yapılmış, işte böyle kuleler dikebilen sanayi çağını anlamamakla itham ediyorlar. Bugün de ordusuz bir ülke, tuzsuz deniz, ne bileyim penceresiz ev falan gibi algılanıyor. Zorunlu askerliğin tarihi şunun şurasında ne kadar aslında; ulus devletler tarihiyle eş. Fakat o kadar normalleşmiş ki sorgulayınca çağdışı oluyorsun, büyük devlet istemiyor oluyorsun. Ayrıca istememe hakkı da vardır insanların. Kökü canlı bir bitkiyi topraktan sökmek çok zordur. Hele de çok uzun zamandır aynı yerde yeşilse. Militarizm Türkiye’de de düzenli biçimde sulanan bir bitki. Vicdani retçiler de o suyun kaynağını sorguluyor.

BDP , Anayasa Yazım Komisyonu’na vicdani ret hakkı önerisi getirdi. Nasıl bir süreç bekliyor sence bizi?

Öneri geldi ama diğer partiler tarafından da reddedildi. Kimse yanaşmak istemiyor. Yeni bir anayasa yapmayı başarabilirsek, bu hakla ilgili bir düzenlemenin olması önemli. Fakat görünen, askerlik süresinin kısaltılması, sonra belki profesyonel orduya doğru adımların atılması. Fakat vicdani retçiler “Ay bu askerlik çok uzun” diye reddetmiyor ki. Ayrıca profesyonel ordunun da getirdiği başka tartışmalar var. Vicdani ret hareketinin profesyonel orduya dair de sözü var. Zorunlu askerlikten ‘kaçma yolunu’ bulamayanlar yoksullar olduğu gibi, profesyonel orduyla da iş yoksullara havale edilerek toplumsal bir mesele çözülmüş gibi yapılıyor çünkü. Koşulları gittikçe iyileştirilse de sözleşmeli er uygulamasına başvurunun beklenenin çok altında olması da ayrıca düşünmeye değer.

‘Kadınlar kafa karıştıyor’

Çoğu daha 15-16 yaşındayken vicdani reddine karar vermiş. Sence ne oluyor da bu kadar erken yaşta uyanıyorlar?

Herkesin hikâyesi farklı. 15 yaşında reddini açıklayan İlyada Erkuş, muhtemelen dünyanın en genç retçisi. Biraz ailesinden dolayı daha ortaokulda böyle bir bilinci var. Yuri, o yaşlarda askeri okulda okuduğu için sivil itaatsizliği erken öğrenmiş. Halil Savda’nın 90’larda Cizre’de başka bir tecrübesi var. Ama ilginçtir, çoğu daha adının vicdani ret olduğunu bilmeden bu kararı vermiş.

Kadın vicdani retçiler, henüz erkek retçiler tarafından bile tam kabul görmemiş. Onların varlığı neden önemli?

Vatanı korumak işi de birinci sınıf vatandaş görünen erkeklere verilmiş. Kadın savaşta da yardımcı pozisyonda. Asker yetiştirmek, asker yolu beklemek, en fazla mermi taşımak... Kadın retçiler tabii ki savaşta eşit katılım talep etmiyor ama dolaylı biçimde hayatlarına girdiği varsayılan militarizmden, nasıl da damardan etkilendiklerini ifşa ediyorlar. Onların retleri kafaları karıştırıyor. “Sana ne oluyor?” dedirtiyor. Tam da bu yüzden vicdani reddin sadece zorunlu askerliğin reddi olmadığını anlatmaya kapı aralıyorlar.

Radikal sayfası için...